19 Aralık 2022 Pazartesi

İmgenin Kasları Kaldığı Yerden Çalışmaya Devam Ediyor.. Yanık Bal Kokusu Üzerine..

Pandemi sonrası şiirin saatinin tıkır tıkır işlemediği bir dünyadayız. Birileri çıkıp son otuz yıldır böyleydi derse, ona itiraz edilebilir. Şimdiki “üzerine ölü toprağı atılmış” ortama kıyasla 2000’ler ya da 2010’lar şiiri tartışmalarını doğuran fiziksel ya da dijital agora çok uzak bir hatıra sayılmaz. Her dönem kendinden öncekini aratır.

Ancak şimdi çok daha iyi biliyoruz ki, “ölü toprağı altında” kısa kesik, aritmik kıpırtılarla şiir de şair de özgün ses arayışını yeni bir mecraya akıtmak zorunda. Bir diğer deyişle şiir kendi iddiasının sınırları ışığında, insanın seyrini resmedecek ya da ona yön gösterecek. Dilimizin ucuna kadar gelen bir üçüncü seçenek daha var ki, onu zikretmemeyi tercih ediyoruz. Çünkü, her şartta ve her dar koridorda şiire inanıyoruz.

Bittabi bu inancımız sebepsiz değil. Arada sırada bir yerlerden bir ses gelir, şiirin ve şairin bu zorlu yolculuğunun hala var olabildiğine bizi ikna eden. Aslına bakarsanız Ekim 2020’de Türkçe’deki ilk şiir kitabı Azalma Vakti’ni okuyucularıyla buluşturan ve 2022’nin Haziran ayında Yanık Bal Kokusu ile serüvenine kaldığı yerden devam eden Ayşe Şafak Kanca da bu sakin ve derinden sese talip olanlar şairlerden biri.

Yanık Bal Kokusu, pandemi sonrası şiirin ne’liği ve serüvenine ilişkin bir şerh düştüğü gibi, şairin söyleyişini bir önceki kitabı Azalma Vakti’ndekine kıyasla nesnelere, insana, onun tüm boyut ve desenlerine dair artık daha derli toplu, iyi demlenmiş sesler çıkartmayı başaran bir enstrüman gibi değerlendirmek konusunda da bizi ayık kılıyor.

Resim: Canan Berber

Diğer yandan; “Pandemi sonrası şiir nasıl var olacak?” sorusuna, “insanın iç dünyası” ve daha çok “imge” cevabı verecekler için hiç de yeknesak olmayan bir tutamak vaat ediyor Yanık Bal Kokusu.

Bu tezin yansımalarını – şairin iç ve dış dünya arasında bir örümcek gibi mekik dokuması, bunu yaparken yeniden imgenin güçlü kollarına dönmesi gibi, eserin birçok yerinde izleyebiliyoruz. Uzun yıllardır şiire emek vermekle birlikte, bu poetik emeğinin somut ürünleriyle daha ziyade son yıllarda müşerref olduğumuz Kanca “imge ile dansına” şöyle başlıyor:

yaşam atlastan daha güçlü/bir balon gibi şişiyordu içimde/oysa bu orman çok fenaymış/geyik olmaya anladım/ve fena kırmızı gelincikler açtım/o vakit söküldüğümdü toprağımdan” (Çitlembik Karası, s.11). İyi bir şiir okuyucusunu, kulağına çarpar çarpmaz ikna etmeye yetecek dizelerden bahsediyoruz.

Bu vaat, imgenin diğer ustalıklı kullanım örnekleriyle de pekişiyor. Yapyalnız Mavi’deki (s.13): “yer altından ödünç üç başlı yüzümü yıkıp/nefessiz, çaresiz, buz gibi yakan/en nadir misketlerimle uzak maviye/kırılacağım” ve “karamelize keçimi siyaha kaybettim renklerimde” (Hayır Olmasın, s.54) benzer örnekler. Görüldüğü üzere bazen içbükey bazense dışbükey olabilmeyi başaran bu zarif dilin inşası, eserin sonrası için de çok şey vaat ediyor. Olup bitene imgeye orijinal gücünün iade edilmesi ya da sessiz, sakin ve derinden bir inşa faaliyeti de diyebiliriz. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim. Kanca’nın şiiri, imgenin kaslarının kaldığı yerden çalışmaya devam etmesi ve “ölü toprağı öncesi” döneme başarıyla eklemlenmesi anlamına geliyor.

İmgedeki bu atılıma paralel olarak bütün kitap boyunca, “insanın kendi içine” dönüşünün de en ince dizelerle ifade edilişine de şahit oluyoruz ki, bu da eserin bir başka güçlü yanını oluşturuyor. Özellikle Yapyalnız Mavi bölümü bu dizelere daha çok ev sahipliği yapıyor diyebiliriz:

“bir süre daha/yıldızlar görüp/uçuşlar deneyeceğim” (Sazanın Şarkısı, s.20); “toksik mavi bir bulutla/soldan yürüyorum” (REM, s.21); “yenik düştüm rüyalarıma/beni kırmızı güller açıyor şimdi!” (Cancağızım Nafile, s.26).

Kaosuma Münhasır ve Siyahlar Giyen Kadınlar gibi bütünlük arz eden şiir kümelerini de bu gözle okumak gerekiyor. Bu şiirler özelinde bir hikayenin parçaları olan [bazen dışa bazen şairin içine birer ilmek atan] bir yapıdan söz edebiliyoruz. Şair; hem “kuşkularımı üzüm bağlarına yaktım” ve “pençendeki karanlık hayvana say beni” (Her Cennete Bir Cinnet, s.22) diyen sesin sahibi hem de “çatlamasın diye kadınlar/bir ucunu kanla tutuştururlar dünyanın” (Kan ve Barut, s.30) diyen sesin.

Burada ikili yapının ustaca kurulduğu açık ki, bu da eserin sürekliliğine paha biçilemez bir katkı sağlıyor. Nitekim, “her gece, kendimizden geçtiğimizde/senden de geçiyoruz dünya” (Yanık Bal Kokusu, s.28) dizeleri tüm bu çabanın doğrudan temsil edildiği dizeler.

Peki Yanık Bal Kokusu’nun hiç handikapı yok mu? Elbette var. Bir; şiirin takatten düştüğü yerler. Her ne kadar iyi şiirleri içerse de, özellikle Melekler Bilir bölümünün açıkça takatten düştüğünü ifade edebiliriz. İkincisi ise içbükey & dış bükey dengesinin başarıyla tesis edilemediği geçişler. Bir diğer deyişle şairin tamamen iç dünyasına gömüldüğü ve oradan kafasını kaldıramadığı yerlerde imgelerin gücünü yitirdiğini görüyoruz. Oysa ki, bu mekik dokuma biteviye bir hareket olarak kurgulansaydı çok daha başarılı olurdu diyebiliyoruz.

“ben/deniz, çığlıklı etlerim, votka ve portakala/kanarken ama kimseler görmezken bizi/ağrıyan yerlerime çamur sürüyorum” (Daha Kaç Eylül, s.38). Buraya kadar her şey gayet iyi, peki ya sonra? Devam ediyoruz. “zehrini almaya ihanetlerin/ içimde her şeye rağmen sıcak bir kış telaşı/ gözlerim karana vurmuş yorgun yosunlar/geriye uygun hatıramda/düşüyorum gözlerimden/tek bir sus kalmayıncaya kadar”.

Ya da, “opak ellerini topluyorum elbisemden/soğuk dokunuşlar sonuzaylarda/başucumda camelsoft radyasyon” (Kaosuma Münhasır, s.23). En güçlü yan bir anda en zayıf yana dönüşüyor. Şiir takattan kesiliyor. Ya da bazı imgeler; eserin tamamında tutturulmuş imge kalitesine kıyasla ciddi anlamda irtifa kaybediyor: “kontrbasta çok sesli sevişlerimiz/figürlerimiz örümcek ağına tutsak/dinimizden kıyımıza vuran yasaklı cümleler/ve huzursuz çalgılar” (Daha Kaç Eylül, s.38). Bazı şiirler keskin bir poetik ekonomiye tabi tutulabilir ya da eleştirel bir gözle dosya dışında bırakılabilirdi. Ancak altın oran tutturulduğunda Kanca’nın şiirleri yeniden güçlü sesine kavuşuyor.

Peki tüm bu olan biten ışığında Yanık Bal Kokusu’nu nereye konumlandırmak gerekiyor?

Bu vesileyle büyük ikon Nilgün Marmara’ya adadığı Karga Sıkıntısı isimli şiirini tamamlarken sorduğu soru kendisine yöneltilebilir: “Sessizce oturuyoruz seninle karşılıklı/Nasıl şarkı söylüyordun?” (s.48). Neresinden baksak verilecek cevap tatminkardır: Kanca eser boyunca hatırda kalıcı bir şarkı söyleme üslubunu okuyucuyla buluşturmayı başarmıştır. Bu yönüyle hata ve sevaplarıyla sonuna dek özgündür.

Dahası pandemi sonrası yeniden güçlü bir şiir mümkün olacaksa eğer – bu şiir önemli ölçüde Kanca’nın da konumlandığı yerden söylediği sesleri de içerecek şekilde örülecektir. Bu da Yanık Bal Kokusu’nun ve elbette Kanca’nın açıkça başarısıdır. Yanık Bal Kokusu ölü toprağının silkelendiği ve imgenin kaslarının kaldığı yerden çalıştırıldığı bu dönemde yerini ayırtmıştır.

Dediğimiz gibi Kanca, eserin bütününde, nicedir küçümsenen “imgeye” kan pompalamak konusunda oldukça mahir ve ustalıklı bir atak yapıyor. Sadece bunu başarması bile Yanık Bal Kokusu’nu ayrıcalıklı kılıyor.

19 Temmuz 2021 Pazartesi

2010'ların Uzun Gecesi Nasıl Bitti?

 

“Sonuç olarak; yeryüzünde mutluluk mümkünken, mutlak mutluluk mümkün değildir. Hayatın içinde acı ve hüzün mutluluk kadar gerçektir” (Prof. Dr. Medaim Yanık) 

Sahi ne oldu da, önüyle arkasıyla o uzun 10 yıl böyle sessiz sedasız sona erdi? Evet, 2010’lardan bahsediyoruz ve hassaten Türk şiirinden. Sorulabilir; aslında hiç oldu muydu ya da ne denli müstakildi?  Veyahut da çoğu kimsenin yüksek sesle belirttiği üzere 2000’lerin şiirinin aksak bir devamı mıydı? Doğrusunu söylemek gerekirse, benim gönlüm en başından beri Türk şiirinde 2010’lu yılların (bir başka deyişle 2010 kuşağının)  yarı-müstakil bir olgu olarak karşımıza tüm gerçekliğiyle dikildiğinden yanaydı. 

Nitekim geride bıraktığımız dehşet efektli bir buçuk yıl süresince, Whatsapp gruplarında ve bazen Somuncu Baba bazense Çapa Aile Çay Bahçesi akşamlarında sıklıkla dile getirilen, “ne oldu da, Türk şiirinde/şiirine bu müthiş durgunluk galebe çaldı?” sorusunun yakıcılığı aslında böyle bir gerçekliğe, yani 2010’ların ele avuca gelen son kuşak olduğuna işaret etmiyor muydu? Ne oldu da, 2010’lar bitince, şiir de sustu.

İşbu soruya yettiğince etraflı bir cevap bulabilmek için, önümüzden geçegiden desenleri biraz daha yakından okumakta, bir sürek avı kurgulamakta fayda var. Yani hem bir maruz müşahid hem bir acemi avcı olarak hamlayan kaslarımızla tahminlerimizi şöyle sıralamayı deneyebiliriz;

a.       Covid-19  salgını: Yerkürede 190 milyona yakın insanın hastalanmasına, 4 milyonu aşkının ise yaşamını yitirmesine, dahası milyarlarca insanın hanesinden burnunu çıkartamamasına, otomotivden turizme majör endüstrilerdeki sert daralmaya, iş kayıplarına, Ayıntap’taki lokantaların kapanmasına, Bangladeş'teki tekstilhanelerin kepenk kapatmasına, maskelerden aşılara kadar nedenlerle sonuçların sık sık yer değiştirmesine sebebiyet veren ve hala göğümüzde asılı kalan bu gündem..  İsmiyle müsemma, 21. Yüzyılın ikinci on yılına girerken bu salgın haberi, hepimiz için büyük bir sembolik sürprizdi. Ezcümle; 2010’lar Türk şiirine ilham veren dünya, kendi içine dönük, sosyo-poetik açıdan hiç de doğurgan olmayan tıknefes paradigma, böyle bir salgın haberiyle sona erdi.

Şüphe yok ki, bazı alt nedenlerden bahsedilebilir.. Kurucu babaların virüsün öldürücülüğünden korkup ceketlerini asması, kiminin öz müeyyide uygulayarak kimininse devlet eliyle evlere tıkılması..  Fizikleri genç, ruhları ölü takımının bir kısmının korku atmosferine gönüllüce teslim olması, itiraz ve isyan bayraklarını çöpe atmaları, devletin ve ülü’l-emr’in hemen yanına usulca bitişmeleri.. Örneğin; sabık şair, yeni öykücü E.E’nin 1,5 yıl boyunca (evet istisnasız üstelik de) evinden hiç çıkmaması, A101’in eve servis başlatmasıyla büyük sevince gark olması ve son olarak Büyükçekmece’deki evinin geniş Haşim bahçesinde “aşılanmayı reddedenlere” açıkça ve ateşli bir biçimde yaşam hakkı tanımayacağına vurgu yapan söylemleri..  Bu sürecin hikayesi kırılganlık kat sayısının oldukça yüksek olduğu tipolojilerin üstlerinde emaneten duran şeyi, asıl sahibine teslim etmeleri.. Kısaca, anlamın bir büyük anlamla cazip takası olarak da tarif edilebilir.

b.      2010’lar Türk Şiiri hesabının kapanması.. 2018 yazının Türk şiiri açısından en büyük dicital sürprizi olan bu twitter hesabının bir muştucu, sanki kırk yılda bir şahit olunan bir doğa olayı gibi, o yıl görünüp kaybolması. Barındırdığı çoklu dil ve bazen alçalıp yükselen bazense tamamen ve bilinçli bir şekilde ortadan kaldırılan humour'u ile kurduğu eğlenceli örümcek ağı.. İnanç Avadit'in Enis Batur'la ilgili cümlesi, Nurullah Celep'in boğazlı kazaklı pozları, Cemal Kafadar'a başvurdukları twit, Küçük İskender'e izafe edilen veciz ifade ya da Nilgün Emre'nin şiirlerine dönük eleştirilere siteminin birden fazla kez tweet'leştirilmesi ile bir büyük koleksiyon, bir magazinsel resmi geçit de diyebiliriz.. (C.D, bir şair için, inşa ettiği parçalı imge yapısı ve gösterenin öne atılıp göstergeyi parçalamasındaki aslına aykırı dikiş olmasaydı, basit bir paparazzi olurdu diyor ya), olan bitenin fotoğrafını çekip, on yılı ölümsüzleştirmesi.  

Tüm mahfilleri, şairleri, dikey ve yatay network’leri humour köprülerinin altından geçerek kat etmesi.. Öznesiz son ve büyük toparlama, silkinme hali.. Ve bu yüksek mizahın bir yıl sonra yerini, salgına bırakması… Bana kalırsa buradan da devşirecek büyük anlamlar var. Bu yönüyle ilk maddeyle eklemlemek mümkün.. 

c.       Tarihin adil yargısına sonsuz güvenerek… Ne onla ne onsuz.. Sosyal medyadan bahsediyorum. 2020 yazına geri dönelim.. Bazı şairlerin, dicitalde yaşanan sert tartışmalar ve tehditler sonrası piyasadan çekilmesi, bir kısım şuâranın korku girdabına girmesi.  İki ayrı tür olarak insanlar ve şairler arasında; yetmez şairler ve dergiler arasında oluşan derin fay kırıkları.. Güvensizlik ortamı..  Dicital izler.. İnsanın sırtını bir başkasına dönememesi.. Sırt denilen şeyin artık  ne bir kavram ne metafor ne de bir organ olması.. Dicitalde bir sırt olmaması.. Buradan mütevellit bir suçlama ve suçlu arama iklimi… Ve bazı majör ağabeylerin ve yine cemiyete renk katan güzel ağabeylerin (başta A.) terk-i diyar eylemesi.. Düşünün şiir ortamını istikrarlı bir şekilde gözleyeduran Neo-Karşılıksız İyilikçiler (başta sevgili dost E.M.) bile sahneden çekilmiş..  Bir zamanların parıltılı şairi ve denemecisi H.M, akademya biterken, akademyanın yenilgi takının altından geçmeyi yeğlemiş.

Bir büyük abinin yersiz ifadesine kulak verelim, “siz ey fanzinciler tarihe kalmayacaksınız..!”. Tezgah başta olmak üzere dergi hacmi ve formatında (belki de buydu hata) arz-ı endam eden fanzinlerin bir bir sahneden çekilmesini de bu desenlere ilave edebiliriz  ve yine tüm bu keşmekeş içinde bir tarihi fırsat olan toparlanma, silkinme noktasına dönüşememelerini.. 

Görüldüğü üzere Eser Gürson’un 1979’da kaleme aldığı Edebiyat Pazarı yazısında tarif ettiği nitelikten çok niceliğin, edebiyattan çok edebiyat sosyolojisinin, öykülerin değil senaryoların, kitap imzalarının ve ödüllerin vitrini oluşturduğu hayhuyun bile arandığı bu devir, içe doğru ve sert bir şekilde kapanmış görünüyor. Bütün bunların yerini Akan Abdula’nın söylediği şekliyle algoritmalar tarafından şekillendirilen “yankı odaları”nın hakim olduğu bir paradigma almış gibi duruyor.. Nitekim twitter’da şairler çoktandır, kendi sohbet odalarını yani yankı odalarını kurdular ve orada eğleşiyorlar.

 Nihat Genç’in 2010’lar şairlerinin (E.M, E.S., S.T., K.S., N.S ve H.E hariç) çok sevdiği Ulus Baker için veciz ifadesinde olduğu gibi, “melek gibi soyut bir adamdı ve isteyen herkes onun zayıf peksimet kemiklerini kurabiye gibi kıtlayıp yiyebilirdi, öyle oldu”. 2010’lar Türk şiiriydi bu kez, kurabiye gibi kıtlanıp yenilen; çağca, salgınlarca, paradigmalarca.

 

21 Mayıs 2021 Cuma

İzdiham İçin Cevapladık..

 

Okumalarını istediğiniz bir makale ya da tez önerisinde bulunur musunuz?

Hali hazırda herkes evdeyken benim tezimi okusalar çok sevinirim. Ufuk Akbal – Taraftarlık, Siyaset ve İdeoloji, Bilgi Üniversitesi, 2014.

İzlemelerini istediğiniz bir sinema filmi var mı?

Nuri Bilge Ceylan – İklimler.. Bana kalırsa en güzel filmi. Bir anti-sinemist olarak bana kalmaz gerçi, sanmıyorum.

İzleyince hayrete düşecekleri bir belgeseli sizin ağzınızdan duysak.

Kaptan Cousteau’nun klasik su altı belgesellerine dönmekte fayda var.

Günün şairi sizce kim olsun, hangi şiirlerini okusunlar.

Levent Yılmaz.. Afrika kitabından.. Beş gün geçti ve Kimi Geceler…

Online bir müze gezintisi de söylesek okurlarımıza. (Bununla ilgili internette çok güzel müzeler var. Sizin tercihinize bırakmak istedik)

Smithsonian Müzesi’nde ABD’nin First Lady’leri sergisi gezilebilir ve ilgili müzenin diğer tüm içerikleri makbuldür.

https://firstladies.si.edu/gallery

İzdiham.com'da yayınlandı.

10 Nisan 2020 Cuma

Koronavirüs: Hangi Cezadan Medet Umar İnsan?

Franz Kafka, Nisan 1924’de henüz veremden yaşamını yitirmeden iki ay önce, kaldığı sanatoryumda cümleleri kaleme alıyordu: “Sohbet ederken hiçbir şey öğrendiğim yok, çünkü verem üstüne konuşurken herkeste bir çekingenlik, kaçamak davranışlar ve donuk bakışlar ortaya çıkmakta”. Bizse bugün korkunç bir hızla akıp, dev yığınlara dönüşen bir söz bolluğu ile muhattabız. Aralık ayında Çin’in Hubei eyaletinin Wuhan kentinde bir hayvan pazarından başladığı duyurularak insanoğlunun milat ve kerterizleme ihtiyaçlarını tatmin eden, 11 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi yani salgın olarak ilan edilen, insanın tıpkı verem gibi akciğerlerine çöreklenen “Koronavirüs”, Susan Sontag’ın gıyabında verem için kaleme aldıklarına nazaran oldukça demokratik, eşitlikçi bir işleyişe sahip: “genellikle (ince giysiler, cılız vücutlar, soğuk, ısınmayan odalar, kötü sağlık koşulları ve yetersiz beslenmeden kaynaklanan) bir yoksulluk ve mahrumiyet hastalığı olarak düşünülmüştür”. Belki yukarıda andığım söz bolluğunu da bize hediye etmesi de bu demokratik işleyişinden ileri gelmekte.

Nitekim bu cümleleri kaleme aldığım dakikalarda dünyada 1,6 milyon kişiyi enfekte etmiş, 100 bine yakın canı çoktan almıştı bile. Türkiye’de ise ilk vakanın açıklandığı 11 Mart tarihinden bugüne 50 bine yakın hasta ve 1000’e yakın can kaybı söz konusuydu. 16 Şubat tarihinde sadece Çin’de henüz 1 milyonu biraz aşkın öğrencinin devam edemediği okulların kapısını bugün dünya çapında 1,5 milyar öğrenci çalamıyor. Bu dünyadaki tüm öğrencilerin yaklaşık yüzde 92’si anlamına geliyor. Petrol fiyatları 26 dolarları görürken, ABD’de 3’üncü hafta itibariyle işsizlik başvuruları 17 milyon kişiye dayandı. Birbiri ardına açıklanan yardım paketlerine rağmen büyük bunalımdan sonra en büyük resesyon beklentisinden, küresel ekonominin 5 trilyon dolara kadar daralmasına ve küresel ticaretin yüzde 30’dan fazla azalmasına kadar ancak ekonomik sinir uçları birbirine böyle sıkıca bağlanmış bir dünyada konuşabileceğimiz korku senaryoları ile karşı karşıyayız. Bir diğer deyişle, her noktadan kuşatılmış bir insanlık portresiyle. Aç kalma korkusu ile salgından ölme korkusu iç içe geçmiş. Hangisi hangisine daha baskın ya da kol kolalar mı? Çoğu zaman bunu ayırt etme kabiliyetimizi yitirdiğimiz kaygan bir zemin söz konusu.

İşte bu kaygan zeminde kapandığımız evlerden, hikayenin müspet neticelenmesini arzuluyor, ümit edilen hem muştulayan hem de yakına çeken mucizevi bilim insanları ve onların ürettiği ilaç, aşı vb. eczadan merhamet dileniyoruz. Çin, Rusya, Almanya ya da Türkiye’de bir laboratuardan gelecek biraz ışık.. Sair zamanda pek de hoşlanmadığımız sağlıkçıları bir dayanışma halesiyle kucaklıyoruz. Evde kalmamız istenirken sıkıştığımız fiziksel, ruhi hatta dijital cendere hem endişenin hem de beklentinin kapısını çalıyor. Terazinin endişe kefesinde ölüm, işten atılma ya da yeterince stok yapamama var. Diğer kefesinde yığılan beklentilerimiz ise akvaryumun camlarına kafasını vura vura çürüten balıklar gibi: akşamları Sağlık Bakanınca açıklanan veriler, TV’lerde arz-ı endam eyleyen ve sayılarını tam kestiremediğimiz bilim kuruluna mensup profesörler, en sonunda mesafemizi tamamen kaldırdığımız sosyal medyadan akan ışık hızında bilgiler.

Oysa çok değil birkaç hafta öncesine kadar başka beklentilerle çevrelenmiştik.. İnsanoğlu için dehşet kendi kapısına dayanana kadar sadece bir senaryo imiş. Dedim ya çok değil, kısa bir süre öncesine kadar birkaç haftadır adını duymadığımız, sınırlara yığılan insanların ve dünyanın bir başka yerinde kimliğinden dolayı gadre uğrayanların hayaletinin üzerimizde dolaşmasını belki bunca hızlı beklemiyorduk. Bu yönüyle basit bir ilahi adalet argümanı değil vurgulamak istediğim. Daha ziyade en büyük ceza olan: insanın kendi varlığını unutması, kendi rayından çıkması. O yüzden buncası başımıza geldiğinde bile aradaki ontolojik mesafeyi kapatabilmek mümkün olmuyor. Belki yine bu yüzden yeterince dehşete kapılmış bile sayılmayız. Kendimize dönük, kendimizle meşgul. O tarih geldiğinde, kaldığımız yerden aynı “sert” ve “acımasız” ritmle hayatlarımızı sürdürmek yanlıları olaraktan.

İster dijital medyokratlar ister bilim kurulu profesörleri ve dünyanın her yerinde aşı üretmek için birbiriyle yarışanlar yani “görünmeyen kolejin” birinci ve ikinci aktörleri kâh iyi kâh kötü ama son tahlilde tam bedenimize göre dikilmiş kıyafetlerle bizi avutmayı sürdürüyor. Bu hayhuyun içerisinde daha yüksek frekanslı bir empatiye geçmenin kendimizin ya da bir yakınımızın akciğerlerine dayanmasına kadar yolu var gibi duruyor.

Peki dünya, peki insan bu cendereyi nasıl aşabilir? Görünmeyen kolejlerin birinci ve ikinci aktörlerinin ipine daha sıkı sıkıya sarılarak mı, daha çok maske, makarna, kolonya edinerek daha çok dua ederek ya da Walter Benjamince konuşursak, bir canlı-olan olarak, yok oluşun sarsıntısını sadece döllemenin esnekliğiyle yenerek mi?  

Eski bir veremliyim, beni klostrofobik biri haline getiren ciğerlerimdeki rahatsızlığa katlanıyorum. Çevremdeki herkes size bu çok kişisel rahatsızlık nedeniyle, mağaralardan ve tüm kapalı mekanlardan korktuğumu soyleyebilir” diyor bir başka defterinde Albert Camus. O hâlde biz buradan ilham alarak soruyoruz, “insan kendini neden klostrofobi içinde bir mağaraya kapatır?”.

Belki bunun cevabı da yine Camus’nün 1935 tarihli bir başka defter yaprağındadır:

“İki kız arkadaş: İkisi de çok hasta. Ama, birisi sinir hastası:

Yeniden yaşama dönmesi her zaman mümkün. Öteki: ileri derecede verem. Hiç umut yok. Bir ikindi vakti. Veremli kız arkadaşının başucunda.

Arkadaşı: “Görüyorsun, şu ana kadar, hatta geçirdiğim en kötü nöbetlerde bile, beni ayakta tutan birşeyler vardı. İnatçı bir yaşama umudu. Bugün, umut edecek hiçbir şey kalmadığını görüyorum. O kadar bitkinim ki asla toparlanamayacağımı düşünüyorum.”

O zaman öteki, gözlerinde vahşi bir sevinç parıltısıyla arkadaşının elini tutarak: “Oh! büyük yolculuğa birlikte çıkacağız.” Aynı kişiler - veremli ölümcül, öteki neredeyse iyileşmiş, iyileşmek için, yeni bir tedavi yöntemi denemek üzere Fransa’ya gitti. Ve, iyileştiği için veremli kız onu kınıyor. Kendisini apaçık terk ettiği için onu kınıyor. Aslında, arkadaşının iyileştiğini görmeye tahammül edemiyor. Tek başına ölmeyeceğine - en sevdiği arkadaşını beraberinde götüreceğine dair çılgın bir umuda kapılmıştı. Tek başına ölecek. Bunu bilmek dostluğunu korkunç bir nefretle besliyor”.

İki hasta arkadaş, ikisi de insanın maddesinden yapılma ve içinde sırt sırta oturuyor.


25 Aralık 2019 Çarşamba

KitapKriter: 2010'lar Şiiri Üzerine Soruşturmaya Cevap

Soruşturmayı Yürüten: Eray Sarıçam
1.Şiirimizde bir “2010 Kuşağı” olduğunu düşünüyor musunuz? Düşünüyorsanız;
a. Bu kuşağın, önceki kuşaklarla ortak ve farklı yönleri nelerdir?
b. Bu kuşağın, poetik yönelimlerinden bahseder misiniz?
c. Bu kuşağın, öne çıkan temsilcileri kimlerdir?
Düşünmüyorsanız;
a. Bir şiir kuşağının yahut akımının ortaya çıkmasını ve yazın dünyasında tebarüz etmesini sağlayan koşullar nelerdir?
b. 1990 yahut 2000’ler Kuşağı artık yaygın olarak kabul görmüşken, 2010’ları neden bir kuşak olarak kabul etmiyorsunuz?
Şiirimizde hatları belirgin, kendinden kaynaklanan ve bugün de devamlılık arz eden argümanlara sahip bir 2010 kuşağı olduğu konusunda ciddi tereddütlerim var. Bu tereddütler ise 2000 kuşağı dediğimiz kendinden önceki kuşakla ilişkilerinde “yaşanmamış kopuştan” ve hiçbir kuşağa nasip olmamış çok parçalı yapıdan kaynaklanıyor. Kuşak meselesini yaş meselesine indirgeyemeyeceğimizi farz edersek – en azından sınırları çok belirsiz olan 2010’lar meselesi için bunu yapmak mecburiyetindeyiz, olan bitene 2000’lerin getirdiği ve ana desenlerine aşina olduğumuz şiirsel açılımın devamı gibi bakmayı daha makul buluyorum. Bu anlamda, iki kuşak arasında kopuş motiflerine ulaşamıyoruz. Bugün 2000 kuşağı şairleri hala şiirleriyle revaçtaki dili şekillendirmeyi vukuflu bir şekilde başarıyor. 2010 şairlerinin ise o dilden istifade etmeyi sürdürdüğünü görüyoruz. Ayrıca dergicilik inisiyatifinde de bir kopuş göremediğimi belirtmeliyim. Ancak, 2010 kuşağı diye bir kuşak varsa, onu kendinden önceki kuşaklardan ayıran en önemli özellik bir çeşit kontursuzluk olduğundan “bu kuşak yoktur” argümanına da rezerv koyuyorum.
2.1990 Kuşağı şairlerini, ekonomik krizler ve “28 Şubat” gibi olaylar fazlasıyla etkilendi. 2000’lerde ise bilgisayar, yazıcı ve cep telefonu artık hayatımızın bir parçası oldu. Doğal olarak bu yılların şairleri de bu tür teknolojik gelişmelerden etkilendi. 2010’lara geldiğimizde iki büyük olay görüyoruz: Gezi ve 15 Temmuz. Genel kanıya göre, ortaya bir kuşak çıkması için ülke ya da dünya çapında büyük olaylar yaşanması gerekiyor. Peki, bu iki büyük toplumsal olay, bu yıllarda eser veren şairleri nasıl etkiledi? Bir kuşak oluşmasını sağlayabildi mi? Veya poetik ve politik anlamda, şiirimizin önünün açılmasında bir “yararı” oldu mu?
Kendi açımdan, ne Gezi ne de 15 Temmuz’un bizim an itibari ile şahidi ya da tarafı olduğumuz bir poetik kırılmayı tetiklediğini zannediyorum. Şayet böyle bir nedensel durum söz konusuysa da, bu etkilerin – müspet ya da menfi, bundan sonrasında izlenebileceğini düşünüyorum. Yani, bu iki toplumsal vaka, şayet gün gelir ve tartışırsak, “2020 kuşağı”nın bir meselesi olacaktır. Aksi takdirde, hâli hazırda bir şiirsel tavır değişikliğine sebebiyet verdiğini, hele ki buna bir kuşak bütünlüğünün, hissiyatının eşlik ettiğini zannetmiyorum. Politik anlamda ise bir yarılmaya sebebiyet verdiği açık – ancak bunun da üretkenlik olarak tezahür ettiği kanısında değil.
3.Şurası bir gerçek ki günümüz okuyucusu hızlıca “tüketebileceği” metinlere öncelik veriyor. Bu nedenle; öykü, roman ve deneme gibi türler, hem satış hem de okunurluk açısından şiirden çok çok önde. Elbette şairin temel amacı çok satmak değil. Fakat bu tüketim çağına “ayak uydurmuş” dergiler, yayınevleri ve şairler de var. Bu açıdan bakıldığında, bugünün şairleri, bu tüketim çağında şiirin de bir tüketim ürünü yapılmasına karşı nasıl reaksiyon gösteriyorlar veya göstermeliler?
Poetik anlamda kuşak kırılımında değilse de, dergicilikte bir tavır ve belki de strateji değişikliğinde az önce saydığınız toplumsal vakaların etkili olduğunu düşünüyorum. Dergilerin yazar kadrolarını şekillendirme eğilimleri, dağıtım stratejileri, aktüel siyasete angajman merakları yeni ve “geçer akçe” bir tarzı gündeme getirdi. Nitekim, Türkiye’deki iki ana siyasi eğilimin “kültürel iktidar” tartışmaları eşliğinde, birbirine benzer bu tavrı üretip durmasına yeniden şahit olduk ve oluyoruz. Bu tip bir dergiciliğin teveccüh görmesi ve kamusallaşması, şiir dergiciliğinde benzer denemeleri beraberinde getirdi. Nitekim, bazıları nihayete ermiş bazıları ise yayın hayatını sürdüren yeni tip şiir dergilerinde, aynı kadro tercihleri ve dağıtım stratejilerinin yansımasını izledik. Bu elbette bir tercihti ve kimilerine göre şiirin hane halkı penetrasyon oranını arttırdığı da (?) düşünülebilir. Birbirine benzemez – dolayısıyla bir kuşak oluşturması şüpheli isimlerin bohça mantığıyla bir dergide toplandığını izledik. Bu konforlu seçenek, terazinin mutedil intibak kefesinde duruyor. Yani şiirin “tüketim” ürünü ya da hizmeti olmasını yeniden üretiyor. Şiirin bir tüketim ürünü olmaması yani raf ömrü tartışmalarına konu olmaması için çalışanların ise eli yeterince güçlü duruyor mu? Tüm koşulların şiirin aleyhine çalıştığı böyle bir durumda şiire değil ama şaire böyle bir kudret izafe etmenin formülünü doğrusu bilmiyorum.
4.2010’larda pek çok “faklı damardan” beslenen poetik yönelimler söz konusu: Epik, popülist, biçimci, görsel, imgeci, anlatımcı, felsefi vs. Ben tüm bu farklı yönelimlerin; klasik tabirle bir “delta”, bir “zenginlik” olduğunu düşünüyorum… Peki, sizce bugünkü tüm bu zenginliklerin, şiir geleneğimizle ne tür bağları vardır yahut herhangi bir bağ olmalı mıdır? Ve hangi yılların şiiri, gelenekten doğru ve tutarlı bir şekilde yararlanabilmiştir? (Gelenekten kastımı, hem uzak geçmiş hem de Cumhuriyet dönemi şiiri olarak düşünebilirsiniz.)
2010’larda şiir yazanların – 2010 kuşağı yerine bu daha ideal bir söylem gibi duruyor, organik ya da inorganik, eklektik ve selektif, sıcak ya da soğuk boyutlarıyla gelenekle ilişkilerini yadsımak mümkün değil. Ancak, zincirin parçasından ziyade biraz kitabın ortasından konuşmak gibi tezahür ettiğini de görüyoruz. Bu bağ bana kalırsa her halükarda yaşatılmalıysa da, bu şairler için bir zorunluluk olarak varlığını sürdürmüyor. Diğer yandan, gelenekten kendinden başka yıllara göre daha etkin yararlanması itibari ile bir kuşağın daha çok öne çıktığını düşünmesem de, 80 kuşağının girişimlerinin heterojenliği içerisinde, daha çok şaşırtıcı unsuru barındırdığını söyleyebilirim.
5.2010’lu yıllarda şiir-siyaset ve şiir-gündelik hayat ilişkisine nasıl bakmalıyız? Siyasetin ve gündelik hayatın sizin şiirinizdeki yeri nedir?
2010’lu yıllarda Türkiye’nin ajandası şairin siyasal alanla ilişkisini teşvik eden bir ajandaydı şüphesiz. Ancak siyasetin tecrübe edilme biçiminde, bir çeşit dijital aşınmadan kaynaklı bir hafiflik göze çarpıyordu. ve gündelik hayattaki “alenileşen rolü” bu iki başlığın birlikte ele alınmasına sebebiyet verdi. Siyaset sıradanlaşma anlamında gündelikleşirken, gündelik hayatın sıradan obje ve tecrübelerine ilgi duyan 2010’lar şairi için bu fonun organik bir parçasına dönüştü. Ve bunu uhrevi bir rol olarak kodlayamayız. İronik-politik şiirler diye nitelediğim şiirlerden oluşan ilk kitabım Sağcılık Şiirleri’ni 2012 yılında tedavüle sokmuştuk. Sonraki yıl Gezi; Türkiye özelinde yatay ve dikey siyasi bölünmelerin enkapsüle edildiği bir kitaptı ve bu olayı öncelemesi itibari ile anakronikti. Sonra o yoğunluk yerini ikinci kitapta gündelik hayatın estetizasyonuna bıraktı. Ki, o da 15 Temmuz’dan bir buçuk yıl sonraydı ve siyasete ilginin azaldığı ve daha çok içe dönen bir dönemimi yansıtıyordu. Bu yönüyle daha az kasıtlı, sonuçları itibari ileyse yerine tam oturan bir sürecin kitabıydı. Bu yüzden kasıtları az da olsa eserle içerisinden geçilen dönemin arasındaki örtük uzlaşmaya inanıyorum.
6.2000’li yıllarda, çeşitli görüşlerden şairler “mail gruplarında” buluşur ve şiir üzerine tartışırlarmış. 2010’ların şairlerinin önünde ise Twitter, Facebook veya Instagram gibi uygulamalar var. Bu tür uygulamalardan mail gruplarındaki gibi verimli tartışmalar çıkabileceğine ve bu tartışmaların şiirimize ufak da olsa bir katkı sunabileceğine inanıyor musunuz? Yoksa mezkûr sosyal medya platformlarını salt “dedikodu” ve “linç” aracı olarak mı görmek gerekiyor?
Evet, yahoo ve google gruplarda yaşanan mümbit tartışmaların bir kısmından haberdarım. Ancak, sonradan o grupların tuhaf kavgalarla yerle bir olmasından da. Sosyal medya kullanmasam da, bir zamanlar kullanmış biri olarak mevcut medyalardan yana benzer bir katkıyı sunabilmeleri itibari ile karamsar olduğumu belirtmeliyim. Dedikodu ya da linçe gitmediği durumlarda bile, sönümlenmeye yazgılı olduğunu, doğurgan olmayan atışmalarla sınırlandığını ya da en son “2010’lar Türk Şiiri” hesabı tartışmalarındaki gibi magazin ile koleksiyon arasında bir yerde konumlanma riskini görebiliyorum.
7.Cumhuriyet dönemi boyunca kimi kuşaklar, kuram ve eleştiri kitapları yayımlama konusunda epey çalışkanlar.(Örn: 1990 Kuşağı) 2010 Kuşağı bu konuda, en azından şu an için, çok da üretken durmuyor. Kuşağımızın, kuram ve eleştiri anlamında üretken olmamasının nedeni sizce nedir? Bilgi, görgü, tecrübe eksikliği mi, “ihtiyaç duymama” mı yoksa başka bir neden mi?
2010’larda şiir yazanların ya da şiir üzerine düşünenlerin en temel sorunlarından biri ne görgü-bilgi eksikliği ne de ihtiyaç duymama. Bana kalırsa, “gündelik hayatın yeni şekilleri” içerisinde şiiri konumlandırdıkları yer ve konsantrasyon. 2000 Kuşağı’nın eleştiri ve kuram anlamında daha çok çıktıya eriştiğini görüyoruz. Oysa, 2010’da şiir yazanların şiirle aralarındaki mesafe sorunsallaştırılmaya açık. Bu da şiir üzerine düşünme biçimlerinde kendini gösteriyor. Daha bütünlüksüz ya/ya da tekil girişimlere elbet şahidiz. Ancak, henüz bunların çok cılız kaldığını belirtmeli. Natama’da Enis Akın’ın girişimini hatırlayalım. Hani şu dergiye şiir veren her şairden bir de şiir değerlendirilmesi/eleştirilmesinin istenmesi meselesi. Nitekim, şairlerin bir zaman sonra bu zorunluluğu aşabilmek için ortalığı birbirinin benzeri empresyonist metinlere boğduğunu yakından izledik. Bu da, şiirin üzerine düşünme anlamında bir kısıdın yürürlükte olduğunu gösteriyordu.
8.Önceki kuşaklarda; epik, lirik, dramatik şiir veya uzun, kısa şiir gibi tartışmalar yaşandı. Bugün bu tür tartışmalar neredeyse hiç gündeme gelmiyor. Acaba bizim kuşağımız, bu tür tartışmaları “aştı mı”, yoksa “gereksiz” mi görüyor? Belki de başka bir neden..?
2010’larda şiir yazanlar için şiirin ne’liği meselesi, lirik özne ya da somut-deneysel vb. şiir tartışmalarının da iyiden iyiye cılızlaştığını düşünürsek, aşılma değil ama yukarıda belirttiğim konsantrasyonun gevşemesi nedeniyle talileşti diyebiliriz. Bunu ayracı kapatma anlamında “aşma” olarak görmek ya da tekil girişimler düzeyinde bile olsa “hafife almak” ise tek başlarına anlamlı değil.
9.Kendinizi, 20-30 yıl sonra edebiyat dünyamızda nerede konumlandırıyorsunuz?
Dijital teknolojilerin ikili ve çelişik yapısı itibari ile sonsuza kadar kalıcı olabilir ancak aynı zamanda sıradan bir arşiv malzemesine dönüşebiliriz. En parıltılı şiirleri yazanlarımız için bile bu hayata geçmesi çok muhtemel riski reddetmek sadece bir kibir gösterisi olacaktır. Bu anlamda bir kibrin öznesi olmaktan Allah esirgesin. Bu yüzden, onca yıl sonra yeni, diri ve kendini tekrar etmeyen şiirler yazabilmeyi ve şiirden hayatımda merkezi bir konum işgal etmesini talep etme hakkına sahip olabilmeyi ümit ediyorum.