22 Mart 2013 Cuma

1639 da, 1979 da birer imge, oysa cinler..


İmge:
1639 bir imge. Bir kabul. Bir düşünmeksizin kabul. Bir çocuğunkine benzeyen, sorgusuz sualsiz bir kabul. Sınırlar da birer kabul. Ancak bu kez çocuğunkine benzemiyor. Yetişkince, erişkince onanmış, rafa kaldırılmış, yetişmiş ve erişmiş (neye, niçin, nasıl?) olanın kabulü. Çocuğun kabullerindeki fluxus, ayin çağıltısı, yetişkinin kabullerinde "iktidar aygıtının" mütemmim cüzüne dönüyor.
         "Akıllı, uslu çocuk" imgesinde yetişkinleşmiş çocuğun kategorize edilmiş (ıslah edilmiş), kompartımanlara bölünmüş ideal durumuna dair beklentiler var. 1639 bir çocuğa bir şey ifade etmezken, yetişkinlerin aklını 1979'e teyelliyor. Kant, "aydınlanmayı, ergenlik hâli" olarak tanımlarken, ergenliğin bu inatçı önyargı imparatorluğunun sıkıcı bir neferi olmayı refere etmesini öngördü mü, görmedi mi? Özcülük bir yanılgı. Kant şunu kast etmişti, oysa bu oldu. Marx bunu söylüyordu, oysa tarihsel gelişmeler onu haksız çıkardı. Bunu bilemeyeceğiz. Seçilmeyen yolu denemedik çünkü. Bu nedenle bu "olmayana ergi" olarak kalmaya devam edecek. Aslında böylece de tedavülde kalma ihtimâlini garanti altına alacak. Dolayısıyla bu ideologun yakınması değil, ideolojinin sürdürülebilirliğine yönelik bir zemin.
         İmge aynı; 1639 bugünkü sınırları tayin etti, ediyor. Cümle içinde cevherini de saklıyor. Sınırları. Ama o gün bugündür barış vardır, demiyor. Biraz kaşındığında, iki birbirini yenemeyen güçten bahsediyor. İki birbirini yenemeyen gücün, barışması kaçınılmazdır. Bunda o kabulün izleri devam ediyor. Yetişkinin teyellemeci aklı, serbest çağrışımdaki fluxus'u damgalıyor.
         İki yenişemeyen gücün bir üçüncü, bir dördüncü, bir seksen dördüncü, bir metafor dışı yolu (bir yoldışı?) kendilerine zemin kılmaları (hah, yine metafor!) mümkün mü? İki yenişemeyen güç barışmaktan gayrı sevişebilir mi, çiftleşebilir mi, dölleyebilir mi birbirlerini? Yenişemediğinde iki varlık, tanışabilir mi?

Çocuk-Yüzey:
Metaforun iktidarı, kontrol altına almak istiyor. Bir Türk; bir neresinden baksak çocuk bırakılmış varlık, bir neresinden baksak imge artığı, bir-ben, böylece, imge ile hadım edilmiş oluyor. İran, 1639 dağının ardında bir kara masal ülkesi oluyor. İmge zırh sağlıyor. Şuna; İran; yenişilememiş ve dolayısıyla tanışılamamış.
         Oysa çocukların iyeliği sağaltıcı. Onların iyeliğine yakınsamayan her dünya faşizmi doğurmaya yazgılı. Bu yazıyı bir çocuk yazmıyor. Bu yazı da kendi faşizmine ev sahipliği yapıyor olabilir. Dolayısıyla böyle bir masumiyet karinesine sahip değil. Bu resimlere, bu kitap kapaklarına bakan göz bu masumiyetini yitireli çok oldu. Ancak bazen en muhafazakar bilgi, en devrimci bilgi kılınabiliyor. Bir taşı yerinden kıpırdatamıyorsan, çevresinden dolanırsın, tünel kazarsın, zıplarsın. Taşın arkasına geçersin. Bir çocuk bunu yapar. Bunu yapıyor. Oysa, yenişemeyen iki gücün inadında, taşı kaldırmamak gerektiği bilgisinden mutmain olanların hâli var.

Najafi- Tara
         Najafi, Tara'yı çizerken Klimt'i de çiziyor. Belki çizmiyor, belki değil büyük olasılıkla çizmiyor. Ama bizde çiziyor, bizim aklımız çizmesini temenni ediyor. Tutulmuş aklımıza mıhladığı safkan Klimt'in çocuk-yüzeyde (yeni bir kavram?) karşılığı var. Resim çünkü form ancak özgürleştirici bir form. Mesghali ise, Mavi Gözlü Çocuk'u çizerken, 1639'da takılı kalan biz'in Keloğlan'ına gönderiyor. Keloğlan ise bir bilinmez. Yetişkinlerin karanlığına, çocukların ise yaz geceleri çocukluklarından çıkmalarına ev sahipliği yapan imgeye yani taife-i cin'in bir üyesine benziyor.

Najafi
Soyuttan Yüzeye:
İnsan aklı muhayyelden somuta doğru işliyor. Soyut hiçbir zaman yetişkinde, erişkinde tam soyut olarak kalmaz. Metaforlaşmadan,gündelik düşünceye, psikanalize dahil olmadan rahat edemez. Ayrıca Klimt ve Najafi ilişkiselliğinde olduğu gibi insan zihni (erişkin zihni?) somutu da kendi somutuna tercüme ediyor. Najafi'yi bilmemiş, görmemiş biri için, Klimt bir çıkış noktası, bir çağırma. 1639 hiç görmemiş biri için, bir yok imge, 1979 bir var imge, bu yüzden.

Kapatılma, modernizm, bilgi; "erişkinler" için alelâde. Oysa bütün bunları imge kılan adam, somutu bir kez daha somuta tercüme ediyor. Foucault, İran Devrimi'ni izliyor. Devrim somutlaşırken, muhayyelden, kara kalabalıktan, kitleden (kütleden?), müzikten, iradeden bir şeylere doğru evrilirken, "maruz müşahidin" kaleminden;

"11 Şubat 1979: İran Devrimi. 

Bu cümleyi yarının gazetelerinde ve geleceğin tarih kitaplarında okur gibiyim. İran' ı altüst eden, 12 ay süren olağanüstü olaylar serisinden tanınmış bir sima belirmektedir. Bu, aynı zamanda uzun bir bayram ve yas serisidir de; milyonlarca insanın ''allah allah !'' nidaları, mezarlıklarda mollaların devrimci söylev ve duaları, kasetler dolusu vaizler, ve Paris banliyölerinden birinde her gün kibleye doğru diz çöken yaşlı bir adam: bütün bunlara devrim demek güçtü. 
Fakat bugün kendimizi daha alışılmış bir dünya içerisinde hissedebiliyoruz: barikatlar, çalınan silahlar ve alelacele toplanan bir bakanlar kurulundan hemen sonra, halk , bakanlıkların camını bacasını kırmadan istifa eden bakanlar... Tarih, sayfanın altına devrimi tasdikleyen kırmızı damgasını basıyordu. Din, perdeyi yırtarak önemli bir rol oynuyordu; mollalar siyahlı beyazlı cübbelerini sallaya sallaya dört bir yana serpiliyorlar; sahne değişiyor; esas oyun şimdi başlıyor; sınıf mücadelesi, halk kitlelerini örgütleyen partinin silahlı avangardları..."
         
Cinlerin somutlaşma süreci de, bir çocuk-imgeden kalıntılar üzre inşa ediliyor. İki yenişemeyen güç sevişebilir mi, tohumlayabilirler mi birbirilerini dedik? Bakan gözün gördüklerini tohumlamasında da aynı ilişki var. Bir an korkusuzca, yenilgi korkusu olmaksızın deklanşöre basabilir arkeolog. Dolayısıyla maruz müşahidin, karesine sokulan o "cin" ifadesini arayan bir fluxus'le müsemma. Foucault'yu cinlere ve dolayısıyla Siyah Kalem'e, bu hattın yekûnunu kitap kapaklarının masumiyetine tersine bağlayan bir şeyler var.

Cinlere, benimkilere benzemeyen cinlere, benim sinematografik cinlerime hiç benzemeyen cinlere, ilk kez rastladım Siyah Kalem'de. Muhammed ya da Mehmed Siyah Kalem. İnsanlar ve cinlerin ustası. Dolayısıyla onun yüzey dünyasında cinleri ehlileştiren, cinleri "ıslah eden", cinleri kuvveden fiile taşıyan bir hat söz konusu.

Angelus-Novus:
"Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere
sığınırlardı da, onların taşkınlıklarını arttırırlardı" (Cin Suresi, 6. Ayet).

         Foucault da kitleyi, Siyah Kalem'de cinleri tarif eden bu tekinsiz-bilimi, çocukluktan çok uzak bu adayı çizmenin ve kotarmanın gücü, o hâlde kimlerin mezun olduğu bir iş? Çocuklar cinlere inanıyor mu? Çocuklar cinlere inanmanın arifesinde mi? Foucault cinlere inanıyor mu? İnanıyordu, inandığı için Tahran sokaklarındaydı dersek eğer şu;
Demons are afraid of humans in daytime - Ali Asghar Seyd Abadi

Hayır bayım, Foucault reddiyeye inanıyordu, bir kokuşmuş düzenin nasıl reddedildiğini, hangi dille bu reddiyenin icra edildiğini bizatihi yerinde gözlemeye inanıyordu, dolayısıyla o bir an çocuk kalınan, o sonsuzlukta sıkışıp kalınmış anın fotoğrafını çekmeye mezundu der isek şu;
Benjamin, Klee'nin o tablosunu yanında dolaştırdı durdu. Gittiği her yere götürdü. Bir ayağı geçmişte, diğeri gelecekte olan, havalanmakta mütereddit, geri dönme ihtimâline çoktan veda etmiş melek. Hakikatin bir an göz kırptığı, sonra seğirttiği, tutulacak yeri kalmayan, terminolojisini bile kendisini anmamız için bize hediye etmeyen "kunt" yakarış.

Siyah Kalem
Klee, bir an tutabilmişti. Gördü, deklanşöre bastı. Siyah Kalem, kendisini en iyi resmedeceğine inandığı kişiye teslim eden o varlıkları öptü, okşadı, yastığının altına koydu, teslim anında, bir an deklanşöre bastı. Çocukların merakı ile.
Çocuklarla cinlerin dünyasının arasındaki tabakayı büyüten göz, Foucault'ya "bu gördüklerimizden emin miyiz?" diye sorduran göz aynı zamanda. 1979, sokak, fluxus aynı zamanda, bir an deklanşöre bastı. O an sokakta mavi gözlü çocuk, o an sokakta Angelus-Novus, Siyah Kalem'in taife-i cin'i, o an sokakta deklanşöre basıldığında gülümseyecek, bir an "l'reel" gibi, sonra olağana geri döndürecek. Tarih de bundan başka bir hızla işlemiyor. Fluxus'tan psikanalize, diyelim ki, ilk eşcinsel idamlarına dek giden süreçte, cinler, fotoğrafın makus talihinden sıyrılıp aslına, en başa, imgeye dönüşüyor. Soluklandığı, Semerkand'da, Tahran'da, Klimt'te, Klee'de ve dolayısıyla Benjamin'de, bir an mola verdiği hakikat yolculuğundan "kapatıldığı" kış uykusuna, dağın arkasına, 1639'a, dondurulmuşluğa, statik olana gönderiyor.

1639'a Dönüş
The Snowpa, Jabbarr Baaghchehbaan
Foucault için 1979, bizim 1639'da durduğumuz ve başımızı çıkarmadığımız yerden daha yakın. 1979'un bazı resimlere aksi hayati akışkanlıkta. Ancak sonrasında, herkes, hep bir elden, 1639'a geri mi dönüyoruz? Hakikat bizim için, veremli bir matematikle Sınır'a, o en başa, zihinlerdeki, zihinlerin biçtiği, zihinlere biçilen sınıra.
Bağlarsak, akış koltuğa yatırıldığında, iktidara teslim olduğunda, çocuk o masum beyaz tahta üzerinde dilediğince teyelleyebilme gücünden pes ettirildiğinde, cinlerle, o muhtemel arkadaşlarla ilişkisi kesildiğinde,  çocuk bir an kitle iken, akar iken, birer tuğla parçasına dönüştüğünde 1979 birden 1639'a dönüyor. Bunda çocuk gibiliğin temrinini bir kez daha hiç gerçekleştiremeyecek olmanın hicranı var.
Jin, Jiyan, İran - İran Merkezli Yazılar- Kolektif'te yayımlandı.
Palas Pandıras Kitap - 1.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.