Beylikdüzü'ndeyim, mutfakta.
Akşamları bilgisayarı kapatıp Arzu ile yemek yedikten sonra, çayı ben
demliyorum. Yalnızca aspiratörün sarı ışığı açık. Bir yandan da günün birkaç
ritüelinden biri olma özelliğini hala korumasını istediğimden, "uzun uzun
çay demleme seansına müzik eşlik etsin" diyorum. Bir yerlerde bir inanç
var; güzel müzik dinleyen bir ineğin sütünün daha lezzetli olacağı, güzel müzik
dinleyen bir bebeğin zeki olacağı, güzel müzik dinleyen bir çayın ise güzel
demleneceğine ve lezzetli olacağına dair. Bu inanç bana da sık sık
uğruyor. Mutfakta bunu başarabileceğim
enstrüman ise televizyona bağlı uydu cihazının radyo kısmı. Türkiye kaynaklı
radyoları geçiyorum, biraz İtalyanlara, biraz Fransızlara kulak kabartıyorum.
Hotbird'de. Ardından radyo-3'e geri dönüyorum. Beylikdüzü, İstanbul'un bir ucu.
Şehrin Batı'ya açılan yüzü olarak arz-ı endam eyleyen semtlere göre ise daha
Batı'da, coğrafi olarak. Dolayısıyla, bir İtalyan radyosunda çalan bir şarkıyı
benim uydudan ve Beylikdüzü'nde çay demlerken, bir İtalyan'ın ise Roma'da
arabada sevgilisiyle öpüşürken dinlemesinin getirdiği "yeni mekan
algısı" hem çok hoşuma gidiyor hem de beni ürkütüyor.
Küçükken volkmenimle gece
erkenden yatağıma uzandığımda da aynı his kovalıyordu. Pazar gecesi, yeni banyo
yapmışsınız. Kış kocaman, kış çok büyük ve bitecek gibi değil. Deli gibi
üşüyorsunuz. Saat çok erken ve ertesi sabaha kadar çok geniş bir gece var. Evet
sadece uzun değil, aynı zamanda geniş bir gece. Radyo-3 ya da başka bir radyo.
Önemli değil. Ben ve yatağım ve kulaklığım ve minik volkmenim. Yatağın içinde
daha da küçülüyoruz. Yorganı başıma çekiyorum. Tamamen kendime has bir mekan
yaratabilmek için. Cenin gibi büzülüp yeniden masumiyete rücu edebilmek için
belki de. Bu şekilde ancak dünyaya, yaşama, odaya çöken karanlıktan daha ötede
bir şeye bağlanabiliyoruz. O zaman elim fm'den a.m'e kayıyor. Bulgar, Yunan,
Romen radyolarına ulaşıyorum. Ve birden Bükreş'te, Sofya'da, Selanik'te bir
çocuğun benimle aynı hislerle yatağa uzanmış olabileceği düşüncesinin getirdiği
delişmenlikle başbaşa kalıyorum ve ağlıyorum.
Bu iki sahne arasında en az 17-18
sene var. Bugün hala Radyo-3'te "Gece ve Müzik"in inanılmaz introsunu
dinlediğimde bedenimde başını yukarıya kaldırmayan bir tüy tanesi bile
kaldığını sanmıyorum. Hepsi birden oradan hızla kaçış duygusu ile "orada
sonsuza kadar kalma duygusunun" arasındaki çatışmaya bırakıyorlar
kendilerini. Ve kaçamıyoruz. "Gençken,
güzelken, karnımız aşağıya dümdüz inerken, sevinçler, üzüntüler, varoluşumuz ve
gece yatağımızda düşündüğümüz şeyler sonsuza dek sürecek zannederken, müzik
çalarken, müzik hiç susmazken, plağın bir yüzü bittiğinde öbür yüzünü çevirmeye
koşarak giderken, gece eve dönüp “Gece ve Müzik” programının son şarkısını
dinleyebilmek için farları söndürüp arabanın içinde, park yerinde
beklerken…" ateşini eden Güntan'ın kurşunu tam yerini buluyor,
buluveriyor. Bir yerde Gece ve Müzik'in herhangi bir yerinden giren herhangi
birisi ile "duygusal ittifak" yapabileceğimiz fikri ile doluyorum.
Bir an, sadece bir an, "dünyada herhangi biri ile duygu ortaklığı
yapılabileceği" hissine ulaşıyorum. Yengeç gibi yeniden kabuğuma
çekilmeden hemen önce oluyor bütün bunlar.
His şu; radyonun kalbi var.
Radyodan bize ulaşan randomizasyon kırıntılarının bir anlamı var. Radyo bir
başka müzikal araçla ilişkisiz. Karşıda biri var, birinin kalbi var. O aynı
zamanda radyonun da kalbi. O bir grup şarkıyı ardışık bir biçimde diziyor. O
kalpten bu kalbe bu şarkılar akıyor. Ama bizim bilmediğimiz ve karşı tarafın
bildiği bir sıra bu. Bu nedenle istemediğimiz bir şeyle de karşılaşabiliriz.
Radyodan korkuyorum. 1992 Gökova'ya da gönderebilir, 2004 Bursa'ya da, 2008
İstanbul'a da, 2013'e bu akşama da.. Bir de 1995 Zagreb'e, 1997 Bükreş'e, 1988
Sofya'ya da... Radyonun geliştirdiği mekansallık artık bizim elimizde olan bir
mekansallık değil..
Çünkü o mekanın ve zamanın
lineerliğine edilen bir ateş aynı zamanda. Radyonun kalbinden kendi kalbime
giden bir kurşun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.