5 Nisan 2015 Pazar

Faruk Köksal'ın Bir Suluboyası Üzerine Temrinler



I
Bugün diğer batan günlerin mezarlığını boylamış ve kendinden söz etmeye hiç değmeyecek bir gün olabilirdi. Aslına bakarsanız bazılarımız için hâlâ da öyledir. Farz edelim ki; bugün sıradan bir gündür; sıradan şeylere yataklık ediyordur. Dünyanın [binlerce kentindeki binlerce pastanesinin binlerce cam önündeki binlerce masasından birinde], buna benzer binlerce buluşma yaşanmış olabilir. Binlerce kadın bir erkeğe, binlerce erkek bir kadına doğru evden, işten, bir başka erkeğin ya da kadının yanından ayrılarak geliyordur. Mümkündür. Ancak; senin sıradanın, bir başkasının istisnaisidir. İşte bu yüzden biz bu istisnayı konu edinen resmin "maruz müşahidiyiz".

II
Bugünü Faruk Köksal'ın kalbimizi ispatula ile kazıyan suluboyasına teyelleyen, o hâlde, diğer günler gibi bir gün; diğer buluşmalar gibi bir buluşma olmasından daha fazlasını vaad etmesidir. Biz oraya bakmadık, biz onları görmedik; ama bu buluşma oldu. Biz buluşmanın taraflarına, o kadına ve o erkeğe bakıyoruz ve onlara çakılıp kalıyoruz. . Aklımıza ilk gelen; bir ayrılığa ramak kaldığıdır. Ayrılmak/ Yarılmak; müsebbibi kim? Ortadan geçen yarığı kendini çeken kadın mı büyütmek istiyor?
Belki de yarığı erkek büyütmek istedi ve kararının etkilerini hafifletmeye çalışıyordur.  Ama derin bir yarık hâsıl olmuştur artık. Tortusu; o buluşmayı kuran müktesebatın zedelenmesi olan. 

III
İz sürsek.. Mesela; mekanı özellikle bir kültürün sınırlarına indirgeyen göstergeler var mı? Buluşulan yer bir pastane, kahve, cafe olabilir. Daha ziyade ikinci katta masa dibinde bir buluşma. Bu yasak bir buluşma da olabilir. Dekor; sade. Hatta, kıskandırıcı derecede uçucu. Malzemeye içkin uçuculuktan ziyade, malzemeyle oluşturulmuş bir uçuculuk. Vestiyer ve vazo mekanı yumuşatırken, kadının çantası ve meşrubat bardakları (fincan gibi durmuyorlar) tansiyonu arttıran aceleci unsurlar. Masadaki bardaklardaki meşrubat her ne ise tüketilmemiş? Belli ki, hemen konuya girilmiş ve henüz bir daha meşrubata dönmek için konudan çıkılmaya fırsat bulunamamış.
Kadın mı kalkıp gitmek istiyor, erkek mi, şayet bu bir son buluşma ise? Peki, mesele tempo ise, mekanda o esnada nasıl bir müzik çalıyor?

IV
Teknik; suluboya. Boyanın kimyasına oldukça hızlı bir şekilde akıl sır erdirebiliriz. Peki ya boya ile kavuşacak olan suyunkine? Faruk Köksal resminin gizemi de, bizatihi burada başlıyor. Ressam resme gövde buldururken fırçasını bandırdığı suyu, bizim için gizli bir yerden getiriyor. Mesela; bahçedeki kuyudan. Küçükken komşu çocuklarla koşuşurken, ardına saklandığı, içini merak ettiği, gece olunca, cılız lambalar altında kendine dair tevatürler üretilen ve cinlerin saklandığına inanılan kuyudan. Faruk Köksal; "Suluboya tekniği, hızlı düşünmeyi, hızlı hareket etmeyi, güçlü duyumu, sabırlı ve titiz çalışmayı isteyen, hata kabul etmeyen oldukça zor bir tekniktir. (..) Suluboyanın heyecanı, zamanla yarışı, dikbaşlılığı ve naifliği beni cezbediyor".[1] Bazısının kanıyla bazısının fallusuyla yaptığı resmin ana malzemesi bütün uçuculuğu ile bu yüzden su.

V
Kadın ve erkek o hâlde o mekana mahir ellerce konduruldular. Biz kendi gailemizle meşgulken de, usulca kalkıp gidecekler. Dolayısıyla, biz hikayenin bir bölümünden fazlasını bilememeye yazgılıyız. Bu nedenle tahmini deniyoruz ya.

VI
Kadın duru. Ancak varlığı mekana usulca yayılsa da, endişeli ve ikna olmuyor. Kadının "ahlanmasının" sebebi; erkeğin sözlerinin başına soktuğu küçümen bir ağrı olabileceği gibi, "bu hikayenin o gün bitmesi gerektiğini hissettirmek isteyen sonu gelmez jestler ve mimikler bavulundan çıkan yeni bir hediye" de olabilir. Her halükarda, teselli ihtiyacı var. Nasıl müteselli varsa, bir teselli eden de var.

VII
Teselli edenin teselli edilmeye ihtiyacı var mı? Erkeğin sesi her şey olabilse de; "(..) narsist bir biçimde derinden ve tınılı, yakınındaki herkesi, hatta gerekirse küçük oğlan çocuklarını bile erkeklikte geçmeye ayarlanmış bir ses"[2] gibi farz edilemiyor. Kadının ise..

VIII
Bu pastaneden bir kez çıkıldığında (ayrı ayrı ya da beraber) zaman eskisi gibi işlemeyecek. Pastaneye beraber girildiyse de (ki mekanın ritmi, buna "mümkün değil" diyor), dünyaya beraber gelinmedi, bir kez. Ama kesişildi. Binlerce kesişme gibi kesişildi.

IX
Kadın bir zamanlar çocuktu. Arkadaşları ile koşturarak oynadığı mahallede kendinden korkulan yaşlı kadının bahçesindeki kuyuyu gördü.

X
Erkek bir zamanlar çocuktu. O kuyunun ardındaydı. Kuyuya doğru koşan kızı gördü. Kızın ayağı önündeki iri taşa takıldı, kendisini tutmak isteyen oğlanla birlikte bahçedeki kuyuya düştüler.

XI
Kadın bir zamanlar daha gençti. Evin sahibesi çoktan öldüğünde elinde ders kitapları ile önünden geçtiği bahçedeki kuyuya acıyarak baktı.
XII
Erkek bir zamanlar daha gençti. O mahalleden taşınmıştılar. Kuyulu bahçeyi unuttu mu?
XIII
Kadın ve erkek mekandan çıktılar. Biz Faruk Köksal'ın suluboyasından çıkmakta ayak diretenler ve bir an önce bu suluboyayı terk etmek isteyenler olmak üzere ikiye ayrıldık. Birilerimiz pastanenin olduğu caddenin sağına, diğerlerimiz ise soluna doğru koşar adımlarla uzaklaştılar




[1] Bkz. farukkoksal.blogspot.com
[2] J. D. Salinger, "Teddy", iç. Dokuz Öykü, Çev. Coşkun Yerli, YKY, 8. Baskı, 2002, s.144.

İzdiham, 17. Sayı, Mart-Nisan 2015.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.