Franz Kafka, Nisan 1924’de henüz veremden yaşamını yitirmeden iki ay önce, kaldığı sanatoryumda cümleleri kaleme alıyordu: “Sohbet ederken hiçbir şey öğrendiğim yok, çünkü verem üstüne konuşurken herkeste bir çekingenlik, kaçamak davranışlar ve donuk bakışlar ortaya çıkmakta”. Bizse bugün korkunç bir hızla akıp, dev yığınlara dönüşen bir söz bolluğu ile muhattabız. Aralık ayında Çin’in Hubei eyaletinin Wuhan kentinde bir hayvan pazarından başladığı duyurularak insanoğlunun milat ve kerterizleme ihtiyaçlarını tatmin eden, 11 Mart 2020 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi yani salgın olarak ilan edilen, insanın tıpkı verem gibi akciğerlerine çöreklenen “Koronavirüs”, Susan Sontag’ın gıyabında verem için kaleme aldıklarına nazaran oldukça demokratik, eşitlikçi bir işleyişe sahip: “genellikle (ince giysiler, cılız vücutlar, soğuk, ısınmayan odalar, kötü sağlık koşulları ve yetersiz beslenmeden kaynaklanan) bir yoksulluk ve mahrumiyet hastalığı olarak düşünülmüştür”. Belki yukarıda andığım söz bolluğunu da bize hediye etmesi de bu demokratik işleyişinden ileri gelmekte.
Nitekim bu cümleleri kaleme aldığım dakikalarda dünyada 1,6 milyon kişiyi enfekte etmiş, 100 bine yakın canı çoktan almıştı bile. Türkiye’de ise ilk vakanın açıklandığı 11 Mart tarihinden bugüne 50 bine yakın hasta ve 1000’e yakın can kaybı söz konusuydu. 16 Şubat tarihinde sadece Çin’de henüz 1 milyonu biraz aşkın öğrencinin devam edemediği okulların kapısını bugün dünya çapında 1,5 milyar öğrenci çalamıyor. Bu dünyadaki tüm öğrencilerin yaklaşık yüzde 92’si anlamına geliyor. Petrol fiyatları 26 dolarları görürken, ABD’de 3’üncü hafta itibariyle işsizlik başvuruları 17 milyon kişiye dayandı. Birbiri ardına açıklanan yardım paketlerine rağmen büyük bunalımdan sonra en büyük resesyon beklentisinden, küresel ekonominin 5 trilyon dolara kadar daralmasına ve küresel ticaretin yüzde 30’dan fazla azalmasına kadar ancak ekonomik sinir uçları birbirine böyle sıkıca bağlanmış bir dünyada konuşabileceğimiz korku senaryoları ile karşı karşıyayız. Bir diğer deyişle, her noktadan kuşatılmış bir insanlık portresiyle. Aç kalma korkusu ile salgından ölme korkusu iç içe geçmiş. Hangisi hangisine daha baskın ya da kol kolalar mı? Çoğu zaman bunu ayırt etme kabiliyetimizi yitirdiğimiz kaygan bir zemin söz konusu.
İşte bu kaygan zeminde kapandığımız evlerden, hikayenin müspet neticelenmesini arzuluyor, ümit edilen hem muştulayan hem de yakına çeken mucizevi bilim insanları ve onların ürettiği ilaç, aşı vb. eczadan merhamet dileniyoruz. Çin, Rusya, Almanya ya da Türkiye’de bir laboratuardan gelecek biraz ışık.. Sair zamanda pek de hoşlanmadığımız sağlıkçıları bir dayanışma halesiyle kucaklıyoruz. Evde kalmamız istenirken sıkıştığımız fiziksel, ruhi hatta dijital cendere hem endişenin hem de beklentinin kapısını çalıyor. Terazinin endişe kefesinde ölüm, işten atılma ya da yeterince stok yapamama var. Diğer kefesinde yığılan beklentilerimiz ise akvaryumun camlarına kafasını vura vura çürüten balıklar gibi: akşamları Sağlık Bakanınca açıklanan veriler, TV’lerde arz-ı endam eyleyen ve sayılarını tam kestiremediğimiz bilim kuruluna mensup profesörler, en sonunda mesafemizi tamamen kaldırdığımız sosyal medyadan akan ışık hızında bilgiler.
Oysa çok değil birkaç hafta öncesine kadar başka beklentilerle çevrelenmiştik.. İnsanoğlu için dehşet kendi kapısına dayanana kadar sadece bir senaryo imiş. Dedim ya çok değil, kısa bir süre öncesine kadar birkaç haftadır adını duymadığımız, sınırlara yığılan insanların ve dünyanın bir başka yerinde kimliğinden dolayı gadre uğrayanların hayaletinin üzerimizde dolaşmasını belki bunca hızlı beklemiyorduk. Bu yönüyle basit bir ilahi adalet argümanı değil vurgulamak istediğim. Daha ziyade en büyük ceza olan: insanın kendi varlığını unutması, kendi rayından çıkması. O yüzden buncası başımıza geldiğinde bile aradaki ontolojik mesafeyi kapatabilmek mümkün olmuyor. Belki yine bu yüzden yeterince dehşete kapılmış bile sayılmayız. Kendimize dönük, kendimizle meşgul. O tarih geldiğinde, kaldığımız yerden aynı “sert” ve “acımasız” ritmle hayatlarımızı sürdürmek yanlıları olaraktan.
İster dijital medyokratlar ister bilim kurulu profesörleri ve dünyanın her yerinde aşı üretmek için birbiriyle yarışanlar yani “görünmeyen kolejin” birinci ve ikinci aktörleri kâh iyi kâh kötü ama son tahlilde tam bedenimize göre dikilmiş kıyafetlerle bizi avutmayı sürdürüyor. Bu hayhuyun içerisinde daha yüksek frekanslı bir empatiye geçmenin kendimizin ya da bir yakınımızın akciğerlerine dayanmasına kadar yolu var gibi duruyor.
Peki dünya, peki insan bu cendereyi nasıl aşabilir? Görünmeyen kolejlerin birinci ve ikinci aktörlerinin ipine daha sıkı sıkıya sarılarak mı, daha çok maske, makarna, kolonya edinerek daha çok dua ederek ya da Walter Benjamince konuşursak, bir canlı-olan olarak, yok oluşun sarsıntısını sadece döllemenin esnekliğiyle yenerek mi?
“Eski bir veremliyim, beni klostrofobik biri haline getiren ciğerlerimdeki rahatsızlığa katlanıyorum. Çevremdeki herkes size bu çok kişisel rahatsızlık nedeniyle, mağaralardan ve tüm kapalı mekanlardan korktuğumu soyleyebilir” diyor bir başka defterinde Albert Camus. O hâlde biz buradan ilham alarak soruyoruz, “insan kendini neden klostrofobi içinde bir mağaraya kapatır?”.
Belki bunun cevabı da yine Camus’nün 1935 tarihli bir başka defter yaprağındadır:
“İki kız arkadaş: İkisi de çok hasta. Ama, birisi sinir hastası:
Yeniden yaşama dönmesi her zaman mümkün. Öteki: ileri derecede verem. Hiç umut yok. Bir ikindi vakti. Veremli kız arkadaşının başucunda.
Arkadaşı: “Görüyorsun, şu ana kadar, hatta geçirdiğim en kötü nöbetlerde bile, beni ayakta tutan birşeyler vardı. İnatçı bir yaşama umudu. Bugün, umut edecek hiçbir şey kalmadığını görüyorum. O kadar bitkinim ki asla toparlanamayacağımı düşünüyorum.”
O zaman öteki, gözlerinde vahşi bir sevinç parıltısıyla arkadaşının elini tutarak: “Oh! büyük yolculuğa birlikte çıkacağız.” Aynı kişiler - veremli ölümcül, öteki neredeyse iyileşmiş, iyileşmek için, yeni bir tedavi yöntemi denemek üzere Fransa’ya gitti. Ve, iyileştiği için veremli kız onu kınıyor. Kendisini apaçık terk ettiği için onu kınıyor. Aslında, arkadaşının iyileştiğini görmeye tahammül edemiyor. Tek başına ölmeyeceğine - en sevdiği arkadaşını beraberinde götüreceğine dair çılgın bir umuda kapılmıştı. Tek başına ölecek. Bunu bilmek dostluğunu korkunç bir nefretle besliyor”.
İki hasta arkadaş, ikisi de insanın maddesinden yapılma ve içinde sırt sırta oturuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.