I
Bu yazımı Bach dinlerken kaleme alıyorum efem. G-Minör , 3 no'lu sonadını Jean Pierre Rampdal, flütü ile şenlendiriyor. Neden Bach ve bu yazı? Mâlumunuz, Bach sıkı bir Protestandır ve bu Protestanlık, Katoliklikten zihin ve ahlâk dünyası anlamında müthiş bir kopuş gerçekleştirerek vücûda gelmiştir. Bu vücuda geliş beraberinde bir anlam dünyasını da tetiklemişti. Bu anlam dünyasıdır ki, bir mezhebin mensuplarının günlük yaşamını düzenlemesinde çok etkilidir ve koptuğu yapının karşısında kuracağı müthiş dünya ( Avrupa burjuvazisi, modern Avrupa vs.) getirdiği yeni çalışma etiği ile sonraki 100 yılları birbirine katmıştır. Bu etik, "çalış kardeşim işin ne! Çalışanı Allah sever" etiğidir. Yalnız bir farkla - çalış ama fazla da yeme, kenara köşeye bir şey koy - dar günler için" demeyi de ihmâl etmez Protestanlık. Bach işte bu yenidoğan dünyanın müziğini dillendirmiştir. Bach'ın müziğindeki belirgin olan ama hayranlıktan hiç de itiraza mahâl vermeyen matematiksellik, kesinlik ve dinamizm Protestanlığın ağababalığını yaptığı unsurlardır. Asıl büyük dinamizm müzikte Beethoven'la başlar elbet- ve dinamizm eşittir devrimdir. 18. ve 19.yüzyılın büyük gerginliği- değişim.
Yeni doğan bir sınıf. İşte Beethoven'ın dört nala devrime koşturduğu sınıf, Bach da henüz "pire Mehmet" kıvamında palazlanmaktadır. Bu sınıfın diklendiği Katoliklik, kendisine başkaldıran ulus-devletlerden önce mutlak bir kilise yönetimini tahsis etmiş miydi - bu başka soru.
Ama günlük yaşamı düzenleyen bir 1600 yıllık birikimi peşine taktığı bellidir: kilise ekonomisi denilen birşey vardır ve bu ekonomi ki, bugün Vatikan'ın "aman allahım!" nidalarına sebebiyet veren ihtişamını tetiklemiştir. İşte Katolik dünyanın ustalık gösterdiği birşey de şarap yapımıdır. Üzüm bağları sahibi kiliseler içerisinde şarap ve peynir üretimi yapılmaktadır. Nitekim "İsa'nın kanı" olarak görülegelmesinden mütevellit sembolik değeri de yüksek bir içkidir şarap. Şarap iklim itibarı ile Akdeniz'in uçsuz bağlarına ve elbet zeytinliklerine yakındır. Yani Katolikliğin müthiş etkili olduğu alanlar bu zevk mahsulleri ile donanmışlardır. Katoliklik temelde yerleşikleşmiş bir ahlâka sahiptir ve bu ahlâk da Orta Çağ dünya görüşünde insanın yeri ile örtüşür. İnsan bir hiyerarşinin orta basamaklarındadır. Bu nedenle "birey" ve onun ekonomik ve toplumsal bir faaliyeti olarak dinamizmin yeşermesine uygun bir toprak yoktur. Bu nedenle klasik Katolik anlayışta, şarap esrime ile uyuşma ile arkadaş görülmüştür. Bu anlayışta elbet Dionyssos şölenlerinin de payı vardır- neden olmasın. İşte Bach'ın orkestra şefliğini yaptığı bu mezhep, çalışmayı öğütler. Ve şarabın getirdiği uyuşukluk ve toplumsal atalet hâline karşı birayı ve coğrafi olarak tereyağını öne çıkartır. Şablonik olarak: Avrupa'nın kuzeyi ve güneyi arasındaki çatışma- bira ve tereyağ uygarlığına karşı, şarap ve zeytinyağı uygarlığının savaşıdır. Zaten kuzeyde bilhassa, zeytinyağı ufak şişelerde ve eczanelerde satılır. Bach dedik de, biraya değilse bile, şarabın yani esrimenin tam karşıtı bir çalışmaya destek veren kahveye bu dönemde övgüler düzülmüştür. Nitekim Bach, ayık ve zinde tutan böylece üretim saatlerini uzatan kahveye şükranını "Kahve Kantatı" ile sunmuştur. İşte bira böyle bir okumaya tâbi tutulabilir. Bach'ın anıştırdığı ve Bach'ı anıştıran metafizik de bu'dur.
II
Velhasıl bira, şaraptan çok daha eski bir dönemde mayalanmıştır. Ve Mezopotamya'da içilmiştir. İlaç olarak da kullanılan bira, hiç rastlanmadığı İtalya ve Yunanistan gibi coğrafyalarda değil de ansızın 14.yüzyılda Kuzey Avrupa'da ortaya çıkmıştır. Şimdi, bugün de Avrupa'nın kuzeyinde bira danke schön'dür. Prag'da dünyanın en büyük ve en janti birahanesi hizmet sunar. Keza Almanya'da en homini de gırtlak festivaller yapılır. Biz de bira - muhtemelen 19.yüzyılda patlama yapmıştır. Hem Pera'nın kabak çiçeği gibi açılıp saçılmasında hem de 20.yüzyılın başında ve Cumhuriyet'le birlikte İstanbul'un iki yakasında da bira bahçeleri açılmasında bu durumu görürüz. Nitekim bira fabrikamız olan Bomonti gururumuzdur. (Bursa'da da Bomonti isimli has bir birahane vardır ve sırasını paylaştığı alternatif ve tiki barlarının yanında bir güneş gibi parlar).
Mustafa Kemal de rakı kadar olmasa da birayı sever. Bir kaç anektoddan bunu çıkartırız. Keza Nazi yönetimine giden yolda uğranılan duraklardan biri "Birahane Devrimi" denemesidir. Hay bin hak Luddendorf!
Ulysses'in bira içilme sahnelerinde ölüp ölüp dirilirim.
III
Bira: toplumsal yaşamımızda seçkinlerin bir uğraşı olmaktan rakı ve viski tarafından çıkartılmış, 80'lerde Özalcı cincilerle birlikte prestijini iyice yitirmiştir. Bu zamandan sonra bira, kente göç edenlerin vs. kurduğu birahanelerde, maç izlenen yerlerde içilmeye başlanmıştır. Hilmi Yavuz hocamız birayı lümpen bulur ve "Ne doğulu ne batılı! " der. Tabi hocamız, biraz soğukta kalmış gece. Lezzetin sınıfsal yargılara mahkûm edilip de aşağılanmasını kendine yakıştırmış. Bugün bira yeni tüketim kalıpları ile birlikte yeniden geniş kitlelere seslenmektedir. Nitekim öğrencilik yıllarımızın başındaki efsanevi bira tüketimimiz hep hafızama kazılı kalacaktır. Bira, sohbet demekti- bira bir anlamda her uğranılan mekanda içilmesi gereken içkiydi. Ders arasında, lokantada, evlerde..(Biralar soğuk mu dedim, dedi ki normal!).
IV
Çürütülmesi gereken kerameti kendinden menkul cümle : "Bira hamallıktır" cümlesidir. Bu cümleyi sarfeden insanlar boşuna kalori yakmaktadırlar. Birincisi görsel lezzet alımlarında bir azalma mevcuttur. Hiçbir içki ilk göz ağrısının arjantinden buz gibi köpüklü, sarı, endamlı ve buğulu duruşunu gölgeleyemez estetiken. İkincisi insanlar bira gibi bir güzelliğin bedeli olarak tuvalete sık çıkmaktan usanmaktadırlar. Kendilerince haklıdırlar elbet. Yani bu vecizenin altında şu anlam gizlidir: biranın tadı tuzu yok hem de teşaşüre çıkartıyor. Yargı haksızdır. Bira cennet bahçelerinden bir serinlik, boşaltım ise en sağlıklı, böbreklere yararlı, vücudu gevşeten eylemdir. Bunları de bilelim ve ekleyelim derim. Bira uslanmaz akşamüstlerinin, sayfiye öğlelerinin, Nevizade'nin midye ve kokoreçinin üçüncü kardeşidir. O rayiha ki, birasız düşünülmez. (Nevizade'deki haso mekanımız, Sokak Birahanesidir. Hem mekanın sakinleriyle tanışıklığımız hem de kazık yemeyeceğimize dair büyük bir güvenimiz vardır. Hem de yaşanmışlıklar. Aşkım Hanım'la bitmesi istenmeyen Nevizade akşamları. Kış ise üst kattayız. Asmaların dibinde masamız).İşte bu ve bunun gibi Bergsoncu örnekler, birayı bu basma kalıp yargının gölgesinden kurtarmaktadır.
V
Şimdi neydi ne oldu? Bunca tarihsel örnek, yeni bir güzellikte ruh buluyor. Bu güzelliğin adı, yeni tanıştığımız, ucuz lezzetli, asidi ayarlanmış, minyon şişesinden dünyayı seyreden Diabrau. Dia-sa'nın kendi birası olan Diabrau: öncelikle fiyat anlamında cebimizi yakmayacak belli. 99 kuruş. 33'lüğü. Bugün 33'lük bir bira, her yerde 4 milyon ise. Diabrau'dan aynı fiyata 4 tane içebileceksiniz demektir. İkincisi lezzeti. Efes'ten uzaklaşan bu lezzet, Tekel'in kahverengi şişeli yeni birasına benziyor. Yani baharatvari tadlarla bezenmiş - kuru üzüm ve karabiber gibi ama Tekel'deki gibi baskın değil, daha gevşek, örtük, Diabrau, içimi de kolay bir bira. Kahverengi şişesi, klasik Amerikan bar biralarını andırıyor. Yani şişeden içilen bira tipi. Ve son olarak, soğutulduğu zaman size tek kelimeyle Kanada'da gecenin bir yarısı Bruce Springsteen çalan sessiz-sakin barların tadını verecektir, diyerek bitiriyorum.
Ben soğuk köpüklü bir biradan aldığım ilk yudumda bunları aklımdan geçiririm. Muhtemelen köpük sevmeyen ve birayı limonla içen dostlarımı çokça kınamışımdır. Hele ki "bira hamallıktır" gibi kör hasan'ın tekkesi vari bir lafı edi ediverenler nasıl çetin bir cevize, demir bir leblebiye çattıklarını bilmemektedirler.
İşte bira tarihi ve onun son nur-u pak çocuğu Diabaru: hepimize hayırlı, midelerimize ve sohbetlerimize uğurlu olsun..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.