Tiyatroya cepheden bir saldırı mümkün müdür? Belki. Söylenebilecekler hanesine, görselliğin insanı edilgen kılan, çaresiz koyan yanı eklenebilir. Ama bu kuşkusuz sinema için de geçerlidir. Ya da doğrudan doğruya kendisi de çok su götürür Platon'un "mimesis" kavramına dönebilirsiniz. Tiyatro, zaten azına sahip olduğumuz ide'ler dünyasına bizi büsbütün yabancılaştırmaktadır. Böyle bir dünya var mıdır, o dünyaya ulaşmak elzem midir? Bunları tartışmak zorunda değiliz. Dolayısıyla eleştirimizin odağına bir sanat türü olarak tiyatroyu değil, bir toplumsal kurum olarak tiyatroyu ve tiyatrocuları koyabiliriz.
İzleyeceğimiz yöntem Merton'da yankısını bulur. Yapılar: Merton bu düşüncesi ile 2X2'nin sosyolojisi mi olur diyenlere karşı "bilim sosyolojisi" yapmayı başaran Kuhn'u etkilemiştir. Ona göre bilim evet 2X2= 4'tür ama bir toplumsal kurum olarak tartışılmalıdır. Dolayısıyla bilimin sosyolojisine ne hacettir diyenlerle bugün tiyatronun sosyolojik eleştirisine ne hacettir diyenler aynı saflarda yer alacaklardır?
Oysa tiyatronun toplumdaki yeri ve hemen ortamıza saçı saçıverdiği "üzerlerinden atılamayan" roller, her mecraya taşarlar. Ve bu şekilde tiyatrocular rol yapan sanatçı-rol yapan insan olu oluverirler.
Tiyatrocular odağı da diyebiliriz: bu odak, rolü sahneden taşırıp hayatın her aşamasına taşımaktadırlar. Yalnız şu vecize bile insan elinin yaşamdan büsbütün çektirilmesi fikrini ne denli yoğunlukla perçinler: "hayat bir oyun biz de onun piyonlarıyız!" Bu gönüllü piyonların genele yaydıkları bir ideolojidir. Bu başka damarlara sızarak büyür ve daha gönüllü bir faşizmde kendini bulur. Evet, tiyatro bir toplumsal kurum olarak faşizandır. Bu durumu Ahmed Vefik Paşa örneğinde de görebiliriz: evet, Kant'a, Mustafa Kemal'e ve başka isimlere laf atanlar elbet onu da elden geçirmeksizin hareket etmeyeceklerdir - ben buradaki sinsi davranışa yanaşmayacağım.
Onun Bursa örneğinden hareketle kentsel planlamada Haussmann'ın tekniklerini transfer ederek bir toplumsal örüntünün manevi ve maddi boyutlarını hiçe saymasından yola çıkmayacağım.. onun yerine yine oyunlaştırılan bir konuda yapıp ettikleri ile cevap vereceğim - halka tiyatroyu sevdirme biçimleri. Hepiniz tiyatroya gideceksiniz diyor Vefik Paşa. Dediğim gibi buradan bir modernleşme eleştirisi yapılabilir elbet. Ki tiyatro görsel sanat olması anlamında modernizmin bayraktarlığını yapan sanatlardandır da. Örneğin Osmanlı'da gayrımüslimler eli ile yürütülen tiyatro faaliyeti zamanla gündelik yaşamın bütün damarlarına sokulmuş ve Cumhuriyet için de modern sanat timsallerinin sergilendiği mecralardan biri durumuna gelmiştir. Yani halk için halka rağmen tiyatro.
Bugün Ahmed Vefik Paşa'larımız çoktur: yalnız politik düzlemde değil. Burada yine Yalçın Küçük Hocamıza dönüyoruz- o Türkiye'de ilericiliğin sine qua non'unun Tanzimat'a küfretmek olduğunu söyler. Doğrudur. İttihadçılık da, Genç Osmanlılık da, Cumhuriyet de bu yapının eleştirisinden doğmuşlardır - sonradan bu yapıya eklemlenmiş gözükseler de aslında temelde karşıtlık söz konusudur. Ki biz bu karşıtlığı Ekrem Dumanlı'dan öğrenecek değiliz. Hele ki aslında bunun bir karşıtlık değil, bilinçaltında bir süreklilik olduğu fikrini Hilmi Yavuz'dan hiç öğrenecek değiliz.
Evet bugün politiko-sosyo Ahmed Vefik'lerimiz vardır- ama onu aratacak kadar sorumsuz sanat adamlarımız da vardır - onlar kendi dünyalarındadır. Bunların da ağababası Beckett'tir. Samuel Beckett, kadim James Joyce'un aksine dünya edebiyatına ve tiyatrosuna dinamit atmış adamdır. Dahası yansıtılanın yansıtan olduğu, yansıtanın artık yegâne yansıtma biçimini yansıtılma biçimi olarak da dayattığı bir dünyanın insanıdır Beckett. Evet fark da buradadır: Kafka ya da Joyce. Yansıtırlar (aradaki teknik, güç vs. elbet onları sosyal realist kılmaz), bir medeniyetin çöküşünü Spengler'in başka aşamada gösterdiği gibi, ama oynadıkları rol Beckett gibi Baltacı Mehmet Paşalık değildir. Dolayısı ile bu tip bize Vefik Paşa'ya rahmet okumak gereği hissettirmiştir. Ama Vefik Paşa bir kişide vücud bulmaktadır - Ahmet Uğurlu.
Ki aynı Ahmet Uğurlu, Türk kültür dünyasının en nitelikli isimlerindendir. Büyük ihtimalle Uğur Yücel'den de Murat Daltaban'dan da büyüktür.
Uğurlu ne demektir? İlle de tiyatro. Halk tiyatroya gelmiyor. Halka tv'de başka şeyler dayatılıyor. İşte 150 sene geriden gelen Vefik Paşa ruhu.
Peki tiyatrocular diğer sanatların gönüllüsü kişiler karşısında faşizan bir tevazu yoksunluğuna sahip değiller midir? Elbet de öyle.. Selam vermekten çok zaman acizler midir? Çok zaman evet.
Peki her an önemli birşey yaptıkları sanısında mıdırlar? Ovvv, ne demezsin.
Peki samimiyet sorunu tam da o "mimesis" kavramından ötürü tehlikede midir?
Peki en çılgın, en sosyal, en renkli grup olduklarına inanırlar mı?
Peki okullarda kurulan öğrenci toplulukları faşizan mıdırlar? Sinema topluluğu cinsellik, müzik topluluğu alkol, fotoğraf topluluğu seyahat, dağcılık topluluğu ise "kifayetsiz muhteris"lik çevresinde dönenen ilişkilerden ibaret değiller midir? Bu topluluklardan birine üye olmak 4-5 ya da daha fazla sene bir kentin bağırsaklarına inen patikaları inmek değil midir?
Durun durun Cihan Ünal anti-demokratik bir adam değil midir? Ülkemin bütün konservatuarlarında faşizan eğilimli eğitmenler faşizan eğilimli öğrenciler yetiştirmemektedirler mi?
Yıldız Kenter öğrencilerinin kafasına sandalye atmakta mıdır?
Bütün bu sistem Vefik Paşa'yı aratmayacak mıdır? Ki Vefik Paşa ne olursa olsun mütercimdir.
Tiyatroya "lâ" sesini vermiştir.
Ki ille de sorulursa biz Güllü Agop'çuyuz.
Bir de Vajina Monologları..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.