I
Günlerdir okuduğum Yaman Koray'ın "Ne Cennet Şey Şu Deniz"ini bir kenara koydum, dudaklarımın kenarlarında kalan lekeleri silmeden. Yine akşamı bulmuştum. Gündüzler bulantı hissi veriyor. Güneş az eğildiğinde, en tatlı, en şarabi, en olgun demlerini bulduğunda sokaklara bırakıyorum kendimi. Teleferiğin kızıl ağaçlarını, az diplerinde başlayan ördek yeşili sık ağaçları - hepsini kıvamlandırıyor güneş. Karınca kadar kırmızı teleferik yolcularını dağın üstünden aşırıyor. Kim bilir nerelere??? Ah gözüm seyreyle hüzünlü temaşayı. Ve hüzünden esrimeler damıt.
Bu düşüncelerle kat ediyorum caddeyi. Heykel'in üstünden çıkan yolları merak eder dururum. Teleferik merakımı giderdim. Emir Sultan zaten bir başka lezzettir. Oradaki kahveyi de yazacağım. Oralı olmayı, oranın insanlarını ve oradan baktığında bir kente dağın eteğine çöreklenen katman katman renkleri - hepsi İsmet Özel'in "Akdeniz'in Ufka Doğru Mora Çalan Mavisi" gibi..
Uzun ve esrik bir yol tutturdum bu akşam.
II
Alphan dostum Hukukçular akşamlarından birinde fon kılmıştı konuşmasına o yarığı. Gökdere'nin üstü. Arzu Tophane merdivenlerinden orayı işaret etmişti. Gözüm hep oraya takılır. Gökdere'nin kendini koy verdiği yer. Evlerin bittiği ve yerini başta bahsettiğim ağaç renklerine tevdi ettikleri o yer. Oraya tırmanmayı amaç kıldım kendime. Bu akşamın amacı. Parklar, Gökdereyle sevişen köprüler, yüzler, sokaklar, akşama imza atan çocuk oynaşmaları. Çıkınımı bunlarla dolduruyorum. Dik bir yokuş handiyse..galiba bahsettiğim evlerin tam altındaki ev sırasındayım artık. Ve yarık tam karşımda. Oraya erişemem. En azından bu akşamlık. Peki bu bir vazgeçiş midir? Bir taraftan yükseliyorum. Ve bulunduğum yerden İstanbul yolu gözüküyor. İstanbul'a beş senede kaç defa gidip gelmişimdir? Ve bu insanlar o şirin balkonlarından kaç defa bu yola baktılar. Burada bir evde uyanmak ve bahar sabahlarını bu balkonlara çıkarak ayinselleştirmek istiyorum. Çağlayan dere aşağıda, karşıda o yamaç, çocuklar ve dik merdivenler. Envai bitkiyle örerdik balkonumuzu. Ve hiç korkumuz olmazdı kalabalıktan yana. Ve her sabah tam da bu noktada uyanırdık.
Alphan dostum Hukukçular akşamlarından birinde fon kılmıştı konuşmasına o yarığı. Gökdere'nin üstü. Arzu Tophane merdivenlerinden orayı işaret etmişti. Gözüm hep oraya takılır. Gökdere'nin kendini koy verdiği yer. Evlerin bittiği ve yerini başta bahsettiğim ağaç renklerine tevdi ettikleri o yer. Oraya tırmanmayı amaç kıldım kendime. Bu akşamın amacı. Parklar, Gökdereyle sevişen köprüler, yüzler, sokaklar, akşama imza atan çocuk oynaşmaları. Çıkınımı bunlarla dolduruyorum. Dik bir yokuş handiyse..galiba bahsettiğim evlerin tam altındaki ev sırasındayım artık. Ve yarık tam karşımda. Oraya erişemem. En azından bu akşamlık. Peki bu bir vazgeçiş midir? Bir taraftan yükseliyorum. Ve bulunduğum yerden İstanbul yolu gözüküyor. İstanbul'a beş senede kaç defa gidip gelmişimdir? Ve bu insanlar o şirin balkonlarından kaç defa bu yola baktılar. Burada bir evde uyanmak ve bahar sabahlarını bu balkonlara çıkarak ayinselleştirmek istiyorum. Çağlayan dere aşağıda, karşıda o yamaç, çocuklar ve dik merdivenler. Envai bitkiyle örerdik balkonumuzu. Ve hiç korkumuz olmazdı kalabalıktan yana. Ve her sabah tam da bu noktada uyanırdık.
Yollar daraldı. Eski bir Bursa evi (cumbasız), karşısındaki apartmanı gölgesini bahşediyor.Altından geçiyorum gölgenin. Sokaklar daraldıkça, mahalle dayanışmasını gözlemliyorum. Hem hafif ürküntü hem de bu dakikadan sonra girilecek yolların ancak ve ancak özel bahçeler vb. olacağı hissi geri dönmeme neden oluyor. Yarığı yine tepeme alıyorum. Ancak bu kez köprüden paralel bir yol izliyor ve Temen Yeri'nin sırtına çıkıyorum. Akşam bal rengi. Dereye bakıyorum. Evleri kıskanıyorum.
(Yeşil'de bir cephesi karşı apartmana ve dar sokağa bir cephesi yolun tam karşısındaki Türk-İslam Eserleri Müzesine bakan ev, seni de kıskanıyorum ve içinde oturanları da - incecik bir Osmanlı hüznü. Ve Tatyos Efendi çalıyor..).
III
Temen Yeri: buraya Hülya ve Ayça ile gelmiştik. Bir sabah kahvaltısına. Siyaset Sosyolojisi çalışmak için bir de. Termosta çay. Leziz iri yeşil zeytinler. Haso bir peynir ve simit.
(Ayça rakıyı bekliyorum hâlâ). Parkın sırtında kavislenen yolun dibinde bir ömrü gönüllüce tüketeceğimiz bir ev daha. Beyaz cephe. Akşam terası. Erhan Üstadımın fantezisidir: seni anlayan bir bayan ve bir kitap ve veranda. O evlerden biri işte. Ve çocuk sesleri - akşamın tamamlayıcıları.
(Ayça rakıyı bekliyorum hâlâ). Parkın sırtında kavislenen yolun dibinde bir ömrü gönüllüce tüketeceğimiz bir ev daha. Beyaz cephe. Akşam terası. Erhan Üstadımın fantezisidir: seni anlayan bir bayan ve bir kitap ve veranda. O evlerden biri işte. Ve çocuk sesleri - akşamın tamamlayıcıları.
Parkın bittiği yerde bir bahçe: önce şaşırıyorum. Bursalılar bahçeli kahveleri sevmiyorlar. İnsanların bahçeye yayılmaları: geniş bahçede hepi topu kullanılan 3 masa. Gerisi boş. Önce çekince ardından karşı kaldırımdan geri dönüş. Sandalyelerden birini çekip oturuyorum. Aman Allahım: bekliyorum, seyrediyorum - bir çay ve tütün. Bir Doğu Çınarı ve onun yavrusunun altında. Müthiş bir huzur. İnsanları, otomobilleri izliyorum.. Akşamın insanın içine ılık ılık aktığı bir an: Bahçeli Kahve. Ne güzel isim - hay ağzını öpeyim. Gözünü, göznurunu öpeyim. Şükür diyorum - benim de bir kahvem var. Her kahve benim miydi? Yo yo..bambaşka bir farkındalık. Girip çıktığım kıraathanelerden, çay bahçelerdinden bambaşka bir yer.. Mustafayı, Özcan'ı, Üstün'ü..kimleri getirsem buraya..kimlerle paylaşsam bu güzelliği..(Flaneur'ün bir kaderi de bu'dur: gördüğü şeyleri tam da o "an" da paylaşamamak... İstanbul vapurlarının çıldırtıcı akşamlara düştüğü şerhin estetik hazzını - ah o felaket estetiği, kimle paylaşabilir insan?).
Arzu'ya telefon ediyorum: sevinçle, heyecanla..
IV
Kahveler kitabımın en nadide parçası. Anlamsız bir akşamı kevsere dönüştüren mekan.
Tadı damadığımda kalsın diye çok oturmadan (ama iki çayı da - nefis iki çay, hazlarımı depreştirsin diye gövdeme indirerek) kalkıyorum kahvemden. Karşı kaldırıma geçip bir kez daha bakıyorum. Uludağ Gazoz levhalı Bahçeli Kahve.
Bu yol hiç bitmesin. Teleferik'e doğru uzandığını tahmin ettiğim bir yol burası. İpekçilik'teyim. Eşrafiler Kız Yetiştirme Yurdu ve İmam Hatip Anadolu Lisesi binalarına bakıyorum. Bahçelerine. Ten ateşine tutulmuş erguvanlara (ah güzel insan Olgun Hocam), daralan sokaklara, iktisadına akıl sır erdiremediğim dükkanlara bakaraktan yürüyorum. Aheste adımlarla, keşif hazzıyla. Ah diyorum bütün öğrenciliğimi bu semtlerde geçirseydim keşke.
Bir kahve daha: ismiyle var ve var kalacak: TANK'IN Kahvesi.Ona bir sonrakine bir söz veriyorum.
V
Parkların ve bahçelerin yanından ve tam sırtım hizasına kızıl ağaçları alarak, güzergahımı tamamlıyorum: önce Namazgah ardından Setbaşı.Ve akşam Çekirge üstünden İhsaniye'ye doğru batıyor. Hepsi benim çocuklarım hepsi benim semtlerim. Nitekim Teleferik yürüyüşlerini Maksem üstünden Pınarbaşına doğru bitirmek de bir başka hazdır.Ah nasıl da keşfetmiştik Pınarbaşı Meydanını. Ve ara sokaklardan Tophane Hastanesine çıkarken rast geldiğimiz (Mustafa ile) o Orta Çağ kaçkını bekçisi ile tüyler ürperten hamam.
Tepeler birbirini izliyor şimdi.
İhsaniye'den her akşam Kafka balkonuma çıkar ve Çekirge'yi izlerdim. O ışıklar içinde yüzen Hüdavendigar'ı. Sonra ışıklandırması kesildi. Gözümle seçmeye çalıştım olup biteni. Ama en çok Çelik Palas'ı görmek isterdim. Perspektife reddiyeler düzerek. Olmayacağını bilerek ve her akşam. Israrla. Oysa Çelik Palas tepenin ardındadır - isteseniz de göremezsiniz. Ve kış gecelerini geçirdiğim parktan (bol şarapla) dağın eteğine kurulmuş kentin ışıklarını izlerken hep aynı matemi akıtırdım içime.
Şimdi oturduğum yerden Hüdavendigar'ı göremiyorum. Avlusuna günlüklerimizi ve kalbimizi gömdüğümüz bahçe. Bir denge abidesi. Bahar oldu mu oradayız?
Ve ilk sene yurdun terasında 1.5 milyonluk şarapları gövdeme indirirken bahar akşamları, İtalyan Yeni gerçekçi filmlerden fışkırmış Sanayi sitesinin ötesinde Tophane Saat Kulesini izlerdim. 1901'de ülkenin her yanına Abdülhamid'in iktidarını kutlamak için konulmuşların bir kardeşiydi bu kule de. Ve artık modern Newton saati de böylece hayatımıza giriyordu.
Şimdi Şapkacı Çıkmazı'ndaki evimin hemen bir ya da iki yan sokağında bir apartmanın en üst katını da tutmaktan vazgeçmiştik. O ev de saat kulesiyle gözgöze bakışıyordu. Ne büyük haz. Neyse ki 2 sene kule bakımda kaldı ve ışımadı geceyi. Şans diyelim.
VI
Biraz daha tam'ım artık: kızıl-yeşil ağaçlara, onların hemen sırt verdiği fakir evlere bakarken - daha diri hissedeceğim kendimi. Canımı o denli yakmazlar artık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.