11 Haziran 2007 Pazartesi

Bir Dalgınlık Anı: Ada


(Bazıları resime ayakları ile girer, bazıları kafalarıyla)..

Ada aslında bir günün hikayesidir: dönülemeyen ya da hep aynı yere dönülen bir hikaye. Camları döven, eski ahşap evin tahtalarını inleten yağmur ve rüzgar ortaklığı. Evet, bir günün hikayesidir Ada'da olup biten.

1988'in 35 mm'lik "Ada"sı çekilirken kaybediyor sinema dünyası yönetmen Süreyya Duru'yu. Ada bu nedenle de bir dalgınlık anı olmayı hak ediyor. Dalgınlık anı diyorum: küçümsüyor olabilirsiniz. Oysa bilincin tetikte tutulmasının dikte edildiği modern hayatta ne değerli şey olduğu gözden kaçırılıyor dalgınlığın? Hinlikler bizi dalgın olmaktan alıkoyuyor. Oysa dalgınlık en çok da bir lezzettir. Ve en çok da o hâlden başımızı kaldırdığımızda anlarız bu lezzeti?

Esrimenin binbir türevinden biri. Yeri gelir bir melankoli olur. Ve hisli mensubu Necatigil'e bağlar bizi: "hüznü bırakacağım yaş bir türlü gelmiyor..". Biz dalgınlığın melankolik olanında kendimizi buluruz.
Yağmur camları tırmalar. Ve bağırır: "çıkın o evlerden..geliyor fırtınalar..kahvelerin camlarına burnunu dayar çocuklar..ve yüzdürülür kağıt gemiler. Koş oraya..koş ufak Rum çocukları birbirlerini yiyorlar.."

Eser bütün planlılığıyla, bütün ürkekliğiyle ziyaret eder o gün adayı. Bir reklam ajansında çalışır. Bunun yanında kızına daha iyi bir hayat verebilmek için çeviri işleri de yapar. Erkenden beğenilen bir ressamla evlenir. Ressamımız (Rutkay Aziz), "Ece" sohbetlerinden "Papirüs" sohbetlerinden baygınlık gelmiş, kendisine yönelen ilgiyi reddeden, gerekirse kendi sergisinin açılışında sergiyi terk eden ve Eser'i oracıkta yüzüstü bırakan ve en büyük bıkkınlık emaresini de "Burgazada"ya yerleşerek gösteren biridir.

Eser, eski kocasıyla 10 yıl sonra buluşur. Bu bir hesaplaşmadır. Eser babasına özenen, annesinin planlılığından sıkılan ve yaşamı babası gibi görmek isteyen kızının (Nilüfer Açıkalın) geleceğini konuşmak için Ada'ya gider. Kızı babasının yanına her geldiğinde "orada olmama" fikrini edinerek, kılcallarına dek hissederek döner. İstanbul'un batısındaki apartman dairelerinde bir odaya kapanır ve avaz avaz opera dinler. Oysa ressamımız kızının aksine bir bezginliğin olgunluğunu yaşamaktadır..Bu ilişkinin yürümemesinde annesini sorumlu tutar kız..babasına yaklaşır..Oysa Eser delice sevdiği bu adamla evlenmememesi için az mı tavsiye almıştır ailesinden?
 
Eni konu bir ressamdır..Bugün bütün haşmetiyle var olup yarın köhnemeye bırakılan bir ressam..
Oysa Rutkay Aziz tam da bu durumu kendisi seçer..Camlarını yağmurun ve fırtınanın dövdüğü adada yıkık dökük bir köşke yerleşmeyi kendi yeğler..(Bugün Burgazada'nın tepeleri keldir. Vapurun üstünden bezginlikle izleriz bu acı manzarayı).

Quinn'in "Zorba"sında, Yunan kadının dionizyak yaşamına sirayet etmeye çalışan Locke'çu İngiliz centilmeni..bu roller Ada'da değişir. Eser yılmıştır. Her iletişim isteğinde geri çevrilmiştir kendince. Oysa ressamımız tam da "orada olmayı istememe"yi temsil etmektedir. Onların içinde olmayı istememek..Bu yüzden kendini Ada'da resim dersi vermeye..ahâlinin "deli derviş"i olmaya..bir köşk eskisinin çatı katına sığınıp delice resim yapmaya..uzun yürüyüşlere..balığa çıkmalara adar..Bu yanıyla film dışa değil, ısrarla içe doğru hareket eder. Dikey olan mukadderdir.

Ve ressam ısrarla, delice bir ısrarla Eser'in resimlerini yapar..

O gün (film bir günü anlatır) fırtınadan ötürü sefer yapılamaz..artık şehre dönülemeyecektir..(Şöyle bir duraksayarak düşünüyorum da, bütün bir Sait Faik kahramanlarının büyük bölümü hep aksine "şehirden dönemeyenlerdir"..macera oradadır..Eser, sahildeki Sait Faik büstünü gösterir ve "güzelim adamı nasıl çirkin yapmışlar?" der).. Ve bu dönülemeyen bir gün bir iletişimsizliğin hesaplaşmasına dönüşür. O gün tutulan balıklar kızartılır..ufak kadehlerde beyaz şaraplar, istavritlere(evet bunu bile hatırlıyorum) arkadaşlık eder..Eser bütün planlılığının nasıl acizliğe tekabül ettiğini görür..Ressamın her hareketindeki hesapsızlık..boşvermişlik..ve bütün bu acemice farz edilen duyguların aslında tekabül ettiği büyük dervişane olgunluk, Eser'i köşeye sıkıştırır. Sadece o değil, ten de sıkıştırır köşeye Eser'i. Son kertede sevdiği adamdır ressam. Her yeri seneler içinde Eser'in resimleriyle donatmıştır.

Çıkarsızca sığındığı bu adada, hep onla olmuştur. Oysa Eser ne denli sıkmıştır kendini. Nasıl da boşvermişlikle suçlamıştır ressamımızı? Tenle tinin bileşimidir. Yasaktır üstelik. Eser'in yasakları. (Sadece mecazi değil - Türkan Şoray kuralları bu filmde yıkılmıştır. Bu filmde ten sahneleri vardır. Oysa o güne dek bendeniz de sahil Türkan Şoray demek: "iri kirpikler..büyük gözler..elma yanaklar" demektir..bu da kuşkusuz baya baya ten'dir..Ancak filmde hırpani Eser sevişme sahnelerinin aksine alımlı değildir..Bütün güzellikte buradadır zaten. Bütün iç gıcıklayıcılık). Filmin genelinde olup biten de bu iddiasızlıktır. Bugün nereye bakarsanız bakın bu film hakkında çok az bilgi vardır. Suskunlukla eşitlenir bu film. Faytonlar göğün altında uzanmış her şeyin sesi olurlar.. En sinir bozucu gecelerde, sesler derindeyken-sokaklar tek tük adımların kaderine terk edilmişken geç saatlerde oksijen tüpümüz TRT 2'de karşımıza her an çıkabilir "Ada"..

Böylece 20 sene öncesinin mesajı gelir 20 sene sonranın melankolisini bulur. Gözler sehpalarda tüten sigaralara kilitlenir. Yaşanacaklara dair umudun yerini yaşanmışlığın kekremsi olmamışlığı alır..Eski tenler..eski evler, gölgeler, yüzler bizi çağırır. Denizin ortasında emanet gibi duran İstanbul'un ve
Türkiye'nin en acı sayfalarının yazıldığı adalar yine bu yaz bizi çağırır. Ama özellikle Burgaz, "bana sonbaharda gelin!" der. Vapurlardan kel tepelerine üzülerek baktığımız ada, koynunu yine açar bize. Çirkin Sait Faik büstü..Eser'in ve ressamın adımları. Belki o harap köşk.

Bu nedenle, tam da bu nedenle "Ada": "kiraz ağacının gölgesinde içilen sek rakıdır"..Ve bütün işaretler Metin Erksan'ın "Sevmek Zamanı"nı bize gösterir..

Ne dersiniz gelecek sene Burgazada'da dostlarla, "Ada" filminin 20.senesini kutlasak mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.