Bugün Türkiye’de futbolun ana meselesi gibi bir girizgahtan ziyade, Türkiye’nin ana meselesi nedir? sorusunu sormak yerinde olacaktır. Türkiye’nin ana meselesi bütün farklı kılıklara bürünüşlerini hesaba kataraktan söylüyoruz: “Batılılışmadır”! Bu net sorun, kendisine en radikal çözümleri ya da sırt dönüşleri önerenleri bile sarıp sarmalayan, “onsuz edemeyeceğimiz” bir sorun olmuştur.
Türkiye’nin ana meselesi Batılılaşmayı, toplumun her hattında gözlemlediğimiz gibi, futbolumuzda da, bilhassa futbolumuza ait reflekslerde de ziyadesiyle gözlemliyoruz. Sorun, Batılılaşma ya da Batılılaşamama olarak ortaya konsun, kendisini hissettiren bu karışık hareketler ansiklopedisinin nasıl da yaşamımıza sinmiş olduğudur. Bir kahve sohbeti olarak futboldan, belki haddinden fazla alana tecavüz eden futbol sosyalleşmelerine, holiganizm biçimlerinden, yeni bir tipoloji olarak “futbol münevverliğine”, tabir-i caizse Türkçe bir futbolun bütün dönüm noktalarında kültürel krizin izlerine rastlarız.
Batı ile mukayese edip de çıkartacağımız futbol haritalarımız ne kadar yetersiz kalacaksa (derbilerin sınıfsallığı, mezhepselliği ya da etnik boyutunun bizimkilerle örtüşmemesi vs.), Batılı bir futbol algısı ile de (endüstriyel futbol, uluslarası transfer piyasaları ve futbolun AB’si olan Şampiyonlar Ligi) kopamayacak kadar eklemlendiğimiz ortada. Buna Batılı bir futbol algısı demek de doğru olmayabilir; Batılı futbol pratiklerine kurumlarımızı adapte etme telaşı.
Kurumlar demek, hele ki adaptasyon ve reform demek, Batılılaşma tarihimizin ve elbet futbol literatürümüzün bitmeyecek “kavramları”.
Bugün Türkiye’nin yeni futbol algısını (ki bu yazıda önereceğim artık bu algının da miadının dolmuş olduğu ve bir restorasyonu gündeme getirdiğidir) tayin eden süreç Derwall’le başlayıp, Piontek, Fatih Terim, Mustafa Denizli hattında devam eden, kimilerince bir istikrarın dışavurumu, kimilerince alt yapısız ve tesadüfi addedilen bir süreçtir. Bu süreçte Galatasaray ve milli takım bazında, başarılar kazanılmış, Türk futbolunun o ana dek gündemine getiremeyeceği zaferler kutlanır olmuştu.
Aşağı yukarı 15 seneye yayabileceğimiz: önce Galatasaray’ın ardından Milli Takımın başarısına tekabül eden bu sürecin belirli bir zamana ait olan, tesadüfi olmasa da, istikrarlı ve sistemli olmayan bir büyüme süreci olduğu ortaya çıkmıştır. Evet, Türk futbolu, madden, imkanlar ve hedefler açısından büyümüştür (bu esnada Batılılaşan Türkiye de yerinde durmamış büyümüştür) ancak bu büyümeyi istikrarlı kılmak ve demokratize etmek açısından arzulananın gerisinde kalmıştır. Şunu da futbolumuza şöyle tercüme edebiliriz; tepedeki bir iki takımın yediği kaymak, geriden gelen takımlara (havuz vb. çabalara rağmen) nasip olmamış, Türkiye ligleri hiç olmazsa bu büyüme sürecinde bir Anadolu şampiyonu çıkartamamıştır. Ancak 2000 Uefa Kupası Zaferi ve 2002 Dünya üçüncülüğü Türk futbolu açısından sonun başlangıcı olmuştur. Türk futbolu sadece takımlar bazında bir kendini yenileyememe krizine düşmemiş, bütün futbol kurumlarıyla krize gömülmüş debelendikçe daha da batmıştır.
Başarı dönemlerinde sular sakin gözükebilir ancak başarısızlık dönemlerinin kökleri de başarı dönemlerinde aranmalıdır. Bugün Türk futbolunun düştüğü krizin muhattapları elbet bir müddet önceki başarının da özneleridir. Ancak bu yazıda iddia edildiği üzere, tam da bu özneler artık kriz üretmektedirler. Oysa açık olan Türkiye'’in "futbol” üretmesidir.
Futbol üretmenin tanımları açıktır: tesis üretmek, oyuncu üretmek, oyuncu ihraç etmek, kulüpler ve milli takımlar bazında kalıcı yatırımlar yapmak. (Örneğin, Hollanda nispi başarısızlıklarına rağmen hep Avrupa futbolunun kaymak ülkelerindedir, nedeni sistem ve istikrardır). Oysa bugün bu üretime en yakın durumda gözüken kulüpler bile bilinmektedir ki, sallantıdadır. Çünkü tam da olmadığından yakındığımız bu sistem, futbolumuzda “tek adam” bunalımını gündeme getirmektedir. Tek adam dönemleri çelikten bir disiplin izlenimi verseler de, dağılmaya en yakın anı da sembolize ederler.
Bu geldiğimiz yeni algı, yeni paradigma, yani 2002 sonrası futbolumuz, artık bütünüyle hukuki, etik krizlere gömülmüş, “futbol dışı unsurlar” üreten, tam da gerekli hukuki ve etik (ve elbet sosyal-ekonomik) zeminlerin müsaitsizliğinden istifade ederek, futbolu haddinden fazla sosyalleştirdiğimiz bir sürece tekabül etmektedir. Artık futbol “negatif” tanımıyla “her şeydir”.
Bugün futbol elbet Batı’da da her şeydir. Bir endüstri olarak dünya futbolunun kaymağını yiyen bu kıtada, hukuki ve etik tıkanmaların önünü alan mekanizmalar, futbolu “evden çıkarım, güle eğlene maçıma giderim” kıvamında bir pembeliğe büründürmese de, yalancı bir çelikten disipline nazaran daha katlanılır kılmıştır. Çünkü bilinmektedir ki, eğer yapılan şey bir “business show”sa seyirci de bunun alıcısıdır.
Bugün oynanmaz hale gelen futbolumuzun 2002 sonrası yeni krizine damgasını vuran olaylar, siyaset-futbol-mafya ilişkisi çerçevesinde hem makro hem mikro “baskı ortamıdır”. Artık tıpkı AB ile tatlı-sert ilişkideki Türkiye Cumhuriyeti gibi, UEFA ile patolojik ilişkideki futbol federasyonumuz, futbol dışı unsurlardan nemalanan futbol medyamız, maalesef aidiyet sınırlarımızı tarihin hiçbir aşamasında olmadığı kadar zorlayan milli takımımız ve gecelik sevinçlerle (ki Aralık’a kadar sürer) sürdürdüğümüz Avrupa maceralarımızla bir yeni algının gerekliliğinin altını çiziyoruz. Bir çözüm talep etmek, hele ki bugünün futbolun çok iddialı bir istek olacaktır. Çünkü futbolun herhangi bir kademesinden talep edilecek çözüm, bütün kurumlarıyla Türkiye Cumhuriyetinden talep edeceğimiz bir çözüm manasına gelecektir. Ve bugün futbolu, futbol dışı unsurlarla alabora eden çevreler, maalesef futbolun sorununu yine futboldışı unsurlarla çözmek zorundadırlar.
Çünkü Türkiye’de futbolun yapısal sorunları diye özel bir alan değil, Türkiye’nin yapısal sorunları diye genel bir alan vardır. Ve bu alana dair temennimiz: milli takım teknik direktörü ile sembolize olan bu yeni dönemin “dilsel geriliminin” sürdürülmemesidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.