Selim İleri romancılığı bir işimize yaradı mı diyor bir eleştirmen.
Bu sorudan muradı: Selim İleri ey adam, sen ne zaman risk aldın, toplumsal mücadeleler alanına ne katkın oldu, üstelik eşcinselsin, hadi melankolik küçük burjuva bireysel bir edebiyat yapıyorsun bari "cinsel kimliğini" teşhir et de biz de biraz gülelim demek oluyor. Çok vahim: bilmem kimin romancılığı bir işimize yaradı mı demek - romanlardan bağımsız bir romancılık olmadığına göre, o kişinin romanları bir işimize yaradı mı- demek oluyor. Bir edebiyat eserinin değerlendirme kriteri "yararlılık" oluyor. Kemal Tahir romancılığı işimize yaradı mı, Balzac romancılığı işimize yaradı mı? Ayrıca bu şekilde sorulan bir sorunun cevabı da aynı oranda acıklı oluyor: Kemal Tahir yaradı, Balzac yaramadı. Çünkü oto tamir ve yan parça sanayinde öğle rakısı içme adabını bile aşan bir "pragmatizm" bu.
Üstelik bu eleştirmen Marksist. Bir kriteri de "ilericilik-gericilik". Selim İleri elbet de gerici. Çünkü 1980 öncesi sol dört nala iktidara (yani devrime) koşuyor ama Selim İleri'nin bireyci "Her Gece Bodrum"u bu iktidarın önüne set çekiyor. Nasıl bir tahayyül? Selim İleri bu anlamda bazılarının işine yaramış ayrıca. Soru kendi zemini de çürütüyor. Selim İleri Kenan Evren'in işine yaradı. Önerme 1.
Ayrıca Selim İleri sen olsan olsan Zeki Müren'sin, bir Foucault ya da Genet olamazsın, diyor ki bu da "ilerici-gerici" kriterlerini kendi içinden patlatıyor. Benim bildiğimce Foucault ve Genet de bu kriterlere göre oldukça gerici isimler. Bir edebiyat eseri hem işimize yaramalı hem de eserin sahibi bize nevresim takımlarından söz açmalı. Biz en ince ayrıntılarına dek bunu öğrenmeliyiz.
Üç: Selim İleri bizim pazen kıyafetli romancı teyzemizdir, diyor. Bize romanlar anlatır, sevimlidir falan filan. Dalga koyuyor. Evet, ben de fena hâlde Selim İleri'nin "sevimli, munis" insan olmalıyım meselesine taktığını düşünüyorum. Bundan da sıkılıyorum. TRT 2'deki o nezih duruşları, Türkan Şoray'a aşk duymaları falan beni de bayıyor. Ya da Radikal Kitap'a yazdığı "ah ben şu kitabı 72'inin uzun ve soğuk bir gecesinde okumuştum" açıklamaları. Ama en çok Zaman gazetesinde yazdığı "Abdülhak Şinasi Hisar, ah o Boğaz sefaları..Tanpınar.." sohbetleri. Bunların hepsi bir zaman sonra gına getiriyor.
"Bozkıra terk edilmiş bir eşyanın yalnızlığına dertlenen, yağmurda üşüdüğünü hissettiği mandalları balkondan içeri alan, kendi dip sularında hep yalnızlığı tercih eden, melankolik bir kişilik Selim İleri. Türk edebiyatına 40 yılını vermiş bir yazar. 57 yaşında.." Tıpkı bunun gibi. Hürriyet Pazar böyle diyor. Bunu dedirten Selim İleri. Bu mizacla anılmayı istiyor.
Çünkü bu duruş bende Selim İleri ile bir anlamda iyiden iyiye paylaştığım günlerimi sarsıyor. Zor gecelerdi, yalanı yok. Hayatımın insansız kaldığı. Bindiğim otobüsler, eve girmeden önce uğradığım bakkaldan aldığım bir iki şişe birşey, uzun yazılar, yazmaklar, telefonlar, yanlış ama çok yanlış inanışlar, savrulmalar. En acıtısı ise bütün bu sürecin sonunda geriye bakıldığında olan bitenin "kendi kendine gelin güvey olma" durumundan öteye gidememesinin verdiği acı. Hakedilmeyen duygular ve aşırı yükler. Ama bütün bu gecelerde yanımda bir Selim İleri kitabı, altı çizili bir Selim İleri cümlesi, ille günlüğüme aktardığım bir başka duygu yoğunluğu.. Selim İleri romancılığı işimize yaradı mı? sorusuna ilk anda gösterdiğim teveccühün ne kadar kof olduğunu kavramama yetti hafızanın bu telaşlı isyanı. "Ey hayırsız evlat.. haddine mi senin böyle kızgınlıklar?"
Selim İleri anlatım-dil paralelinde iyi bir yazar (eleştirmen bunun hakkını veriyor). Ama Tomris Uyar'ın günlüklerinde de var: gençler Selim İleri gibi yazmak istiyor, diyor- müşteki. Herkes melankolik demek ki. Ama bir anlamda bu dil açılımının önemsendiğini gösteriyor demektir. Önerme: Selim İleri romancılığı işimize yaramış.
Selim İleri'nin "Her Gece Bodrum"u yazarken tuttuğu günlükten:
17 Ağustos 1976 - Bodrum: Yeniden buradayım. Burası, şu gördüğüm kasaba şimdi. Romana neyi yansımış bu kasabanın? Korkunç acılar, nedenleri yok, ama şurda, şu kahve köşesinde iki yıl hiç değişmemiş oluşumun bilincine varıyorum, işte korkunç acının gözü önünde, işte yalnız bu... Peki Cem, peki Murat, peki Tarık, hatta Kerem ve Emine: Değişmeyecek mi onlar? Ahmet için birkaç çizgi yetebilir; insani, acıyla yüklenmiş. Değişmenin gerekliliğine bunca inanıyorsam, onların da kendilerini sorguya çekmesi gerekir. Son bölüm, baştan sona, iç konuşma olacak. Tarık ve Murat arınırken, Cem kuntlaşacak. Sarmal bir aşama. İç konuşmalarla verebilirim sakladıkları, maskelerle örttükleri insan yüzlerini. O bölüm, biçim açısından, tıpkı Cem’le Betigül’ün ilişkilerini anlattığım bulanık anlatım gibi, romanın genel akışına ters düşecek. Çünkü değişim ve değiştirim!
Ha bu günler aşılmadı mı, aşılmıyor mu, her şeyden önemlisi ille de yaşanması gerekerek ve yaşanarak aşılmıyor mu? Muhakkak. Bu durumda olan bir başkasına tahammül edemeyeceğiniz kadar aşılmış oluyor.
9 Temmuz 1975 - Bodrum’dan döndüm. Yıllar sonra bir yaz gezisi, korkunç. Şaşkınım, beni açıklayacak tek söz bu, şaşkınlık. Dolmuşla Galatasaray’dan geçerken caddeyi, yapıları, kalabalığı ilk kez görüyormuşçasına irkildim. Sarsıntılar içendeyim. Bodrum: Burası bir kötülük. Yazmalıyım. Ama bir öykü değil, uzun bir roman, binlerce sayfalık. Kısa yazmanın pek büyük bir erdem olmadığı kanısına vardım. Kasabanın insanları, beyaz yapılar, ilkay biçimi kıyılardaki lokanta ve yığınla ayrıntı. Kısadan yazamam ki! Dalgakıranda (o sabah, erken saatte yapayalnız inmiştim kayalara, korkunç bir şey kalabalığın ortasında yalnız kalmak) denizkestanesi toplayan adamın bir serüveni olmalı. Kuruyorum, kurduklarımı yazabilecek miyim?
Ha bir bünye daha ne kadar böyle yaşar? Yaşıyor mu, yaşayabiliyor mu? Galiba aynı yoğunlukta yaşayamadığı için bir zaman sonra acı kitschleşiyor.
Soru-Önerme: Bu kadar komik olmak işimize yaradı mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.