22 Mayıs 2013 Çarşamba

Balcılar An İtibarı İle...

























zamanı buradan bakınca onarmak ne mümkün?
ustam böyle derdi
sallardım ufak başımı
dört yanım zamanın kevgire çevirdiği deprem (Serhat Şık, Gül Deste).

"Önce yiyeceğinizi ve giyeceğinizi ararsanız eğer, 
cennetin kapıları kendiliğinden açılacaktır" (Hegel).

            Bazılarımızda edebiyatın yüksek duygularla icra edileceği, bireyin ya da toplumun içerisinden geçtiği dönemeçleri resmetmek açısından önemli vasıfları taşımazsa edebiyattan sayılamayacağı algısı, varlığını irili ufaklı hamlelerle sürdürmeye devam ediyor. Tuğla gibi bir Balzac, tozlu ciltleriyle bir Dosto Baba, kelebek gibi uçan arı gibi sokan bir Hegel raftan indiriliyor, büyük bir ciddiyetle metinle halvet olunuyor. Herkeste böyle bir ideal, böyle bir ciddiyet tutkusunun varlığını sürdürmesine dair bir özlem olduğu ancak fragmanter hayatın saldırıları karşısında bu hâlin tutunamadığını gözlüyoruz. Oysa zaten biliyoruz ki Duchamp'tan beri resim sanatı topallamayı da yürümesinin ritmine dahil ederken, John Cage'in 4.33'ünden beri müzik, uykunun da hayata dahil olduğu bir temayı besteliyor. Nitekim Beuys'ün, kavramsal sanatın reflekslerini kabule yanaşmayan bir plastik sanatların kış uykusuna yattığı gerçeğini, bilinçakışından, Dada'dan, Genet'den, Bataille'dan sonra edebiyatın iki dirhem bir çekirdek salınamayacağı bilgisi ile oluşmuş bütün pekiştiriyor.

            Dolayısıyla meta-anlatı, Rutkay Aziz-Erdal Beşikçioğlu-Genco Erkal tiyatralitesi, "İstemem Eksik Olsun" tiradındaki göksel söyleyiş, ansiklopedist evren toparlayıcılık, Cumhuriyet devrimleri, Mona Lisa ve bütün apollonik gövde bir kaynama noktasından sonra kendini buharlaşmaya bırakıyor. Katı olan her şey, yes, buharlaşıyor. Katıda, ciddiyet, doğruluk, hakikat peşinde bir gövde varken, dionisosçu olan bunun yerine oyunu ikâme ediyor. Orhan Koçak, arada stratejik bir figür olarak Hırvat filozof Vrankoviç'le zokalıyor bizleri. Hegel'e çıkan dört düşünürün, en uyduruğu. Bizi sınıyor. O bağırganlığın, o parçanın bütünde eriyişini kutsal kılanın yerine, oyunsu olanın kıvamsızlığını bırakıyor.

Emek buharlaşıyor mu?

Lenin sinema sevmezdi. Devrimcilere yürüyüşü salık verirdi. Çünkü sinema, geniş kitleleri saatlerce oyalayan ve edilgen kılan bir araç konumundaydı. Sinema, bir diğer deyişle geniş halk kitlelerini (devrimci-potansiyeli) buharlaştıran unsurdu. Katı olan her şey buharlaşıyor, modern olan da buharlaşmaya yazgılı, o hâl. Emek yerini, Fordizm içinde bir yere, Fordizm içinde bir yer kendini 1974 krizi sonrası bir  yere, teknoloji butik üretime, o hizmet sektörüne ve yekûnda muazzam bir pazarlama faaliyetine bırakmaya yazgılı. Bugün üretimin olmadığı yerde de, tüketim var. Peki üretenler, sinema izleyenler, evlerine dvd alanlar, Chaplin'i kitle hâlinde izleyenler ile artık evlerinde home-sistemleri ile defalarca izleyebilenler yerlerini neye bıraktılar?

Hayvanlar da üretimin içindedir.

Nietzsche arabacısı tarafından kırbaçlanan atı Torino'da öpmüştü. Bu aynı zamanda modernist, aydınlanmacı ahlâkın insan merkezliliğine bir tepkiydi. Doğa, hayvanlar vb. bütün unsurlar, teknolojinin ve gelişmenin paletleri altında eziliyor, ilerleme kutsanıyor, iri adımlarla Holocaust'a yelken açılıyordu. Adorno'nun "Auschtwitz"ine giden, post-poetik dönemine giden bu yolda, atlar, sibirya kurtları, kediler, böcekler (evet, Gregor Samsa da dahil) sürece dahil ediliyor.

Ancak değişmeyen bir şey var; hayvan bir olumsuz imge. Bir negativite unsuru. Hayvanlaşmak, gelenekselde de modernde de, büyük oranda, insanlıktan çıkmak, yüksek duygudan çıkmak olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla yüksek duyguların edebiyatçılarını, hayvanlık ile uzlaştırıcı bir yan yok. Dostoyevski'de haşeratın, Kafka'da böceğin aldığı biçimlere bakıldığında, edebiyat tarihinde kırılma arz eden bu figürlerde bile hayvana genelde, böceğe, haşerata özelde ateş ediliyor. Böcekleşmek, böcek gibi olmak.

Bu durumu tarihsel bilinç anlamında aşan en çok birkaç örnek görüyoruz. Bunlardan biri Serhat Şık'ın "Böcek" isimli şiiri. Burada böceğe atfedilen modernist içerik ve hâkir görme tonajı yerini bir sempati ilişkisine, bir ezilmişe ilgiye bırakıyor.

bir böcek, karamela çiçeği
bir ölüm, şakasına, kandırmacasına
bir gidip geliyorum, bir oluyorum - o böyle
bir yerlerden
hepimiz bir yerlerden
bir böcek, tuğgeneral
sırmaları, bir kelebek
olacak ve kırk gün sonunda
senyörün saatini
tıklayacak ve gülecek
bir ölgünlük gibi soğuk ve dilim dilim
bir sedir, bir divan
bir temiz uyku
bir tavan, bembeyaz hürmetsiz ve korku
bir semizlik gelecek
bir sirayet üstüne
işte o an bir böcek
yazacak fernâmeyi.

Görüldüğü üzere bir böceğin beraberinde anıldığı imgeler; tuğgeneral, kelebek, ölgünlük gibi soğuk, bir sedir, bir divan, bir tavan, bembeyaz hürmetsiz, semizlik. İçinde negativite olduğu gibi, poztivite de var. Evet, böcek korkuyu, soğuğu, ölümü çağırıyor. Ama bununla birlikte tuğgeneral gibi bir iktidar mitini, divar, sedin, tavan, bembeyaz, semizlik gibi "lounge" ve "chill out" unsurları da beraberinde getiriyor. Bu da demek oluyor ki, Serhat Şık, Kuhn'cu bir paradigma ışığında, bilginin birikerek ilerlediğini yadsıyor. Dolayısıyla Nurdan Gürbilek, Kafka'nın böceğinin bizi Yeraltından Notlar'a gönderdiğini söylerken, bize de Serhat Şık şiirinin tüm edebiyat tarihine ve sefih olana bir anti-tez niteliğinde vurguya sahip olduğunu söylemek düşüyor.

Arılar

Balcılık; teknoloji-yoğun (üretici açısından) ve emek-yoğun (arı açısından) bir alan. Aynı zamanda da ironik. Çünkü söylemdeki iddia; üreticinin safkan arı olduğu yönünde. Sadece kutulayıcılar, paketleyiciler var, arada. Dolayısıyla arı hem teknoloji-yoğun (?) hem emek yoğun (?) bir üretim yapıyor. Arıda, insansı bir öğe var. Arılara böyle bir tarihsel maddeci yan atfedilebilir. Arının çıktısı, bal. Ancak balı arıdan ayrı düşünemiyoruz. Arıya haşerat muamelesi yapmamamıza sebebiyet veren bir üretimci paradigmaya mensubuz. Çünkü arının çıktısı ile günün en zinde, en estetik, en fresh zamanına yani kahvaltı zamanına eşlik edebiliyoruz. Kahvaltıda güne zinde başlamak, üretime erken katılmak, dirençli olmak çağrışımları var. Bu da bizi, "yokluk tespitine" götürüyor. Özde olmayan ve sonradan eklemlendiğimiz.
















Arıların Yüzleri

Gerek Nurettin Demirağ'ın "Milli Kalkınma Partisi", gerek 1920'ler ve 30'lardaki kalkınma hamlesi, gerek Erbakan'ın ağır sanayi hamlesinde, bizi 1980'lerde arı ile özdeşleştiren bir sürecin semptomları var. Arılı parti. ANAP. Arı; çok çalışmanın, bal yapmanın (refah üretmenin? ) analojisi. Dolayısıyla arı beraberinde haşeratın geri kalanının olumsuz çağrışımlarını, tembelliği, bitkinliği, seksüel atipikliği, kitleyi anımsatmıyor. Böceğin yüzü yokken, arının çizgi film sektörü üzerinden kurgulanmış bir yüzü var.


Arıdan, yüze geçişte, Levinas'ın bizi söylediği, "face-to-face encounter" durumu var. Arı sevimli bir varlık. Arada gerçekten canımızı yakmak isterse, bir de iğnesi var. Ancak bunu herkese ve her zaman kullanmıyor, biliyoruz. Arıların yüzlerine yakından baktığımızda balcıların o dirahşan çehresini daha iyi anlayabiliyoruz.

Balcılar, gerçek edebiyatçılar. Yüzleri ve genizleri ve Anadolu'nun cetvelle çizildiğinde tam ortasından gelme ihtimâlleri ile arının safkan emeğini sembolize ediyorlar.  Üstelik bütün bunları, arının "has ve samimi" emeği üzerine artı-değer katmadan sofralarımıza getiriyorlar. Balcıların yüzlerinde tanıdık bir kırılma var. Balcılardan biri evimize gecenin bir yarısı gelse, su veririz, yatak veririz, ekmek veririz. Bir balcı bizim için cephede ölse, şüphesiz kederleniriz. Balcıda gündelik edebiyatın, vazgeçişin, unutuluşun, acının, melankolinin, sınıf atlamanın, inceden zudiklemenin, ama her şeye rağmen kendini sevdirmenin ince sızısı var. Balcı bir profesyonel değil. Kağıt oynasak, hile yapıp, yenebiliriz. Ama medyası olduğu için aramızda saf olanlarını yenebiliyor. Bunda suçlu balcı değil. O bir edebiyatçı.

Oysa aynı yüz etiğinin verimli soruşturmasından çıkan duyguları bir edebiyatçının kitap dergilerinde verdiği pozlar için besleyemiyoruz. Orada hesap, kitap, biçilmiş melankoli, ölçülü bir yüksek-duygulu işlerle uğraşma hâli var. Bu geniş kitleler nezdinde inandırıcı olmayan, entelektüalizmi başka şeylerin ön şartı sayan bir hâl. Üstelik yavan, defaten çiğnenmiş, posası bile bırakılmamış bir duygu hâli. Balcılardaki "sevelim, sevişelim, 10 kg bal 80 tl, üstelik polen de bedava" retoriğinden zerre iz yok. Bugün eli yüzü düzgün edebiyat dergilerinin hepsini aldığınızda 80 lirayı gözden çıkarıyorsunuz. Ancak bu size bir katma değer getirmiyor. Çünkü orada poz kesme, atraktif hallenmeler ve seksüel" yokluk tespitinden" gayrısına az rastlanıyor.

                                
  
Bundan dolayı denilebilir ki; sahihliğin olmadığı yerde, daha az yıpranmış olan balcı imgesini edebiyatımız için aranan kan olarak sunmanın kaybettirebileceği bir şey yok. Üstelik edebiyat dünyası reklamı bu kadar hâkir görebilme lüksüne sahip değil. Mevlanaesk bütün motifleri edebiyatına harc eden ve bunu küresel pazarlama taktiklerinin emrine sunan bir edebiyatçı bir bal reklamına nasıl küçümser gözlerle bakabilir? Kapağı pembe Mevlana kitabından alan ve vapurda, trende, evde, okulda aynı pazarlama faaliyeti ile okuyan bir okurun bir balcının ürününün %50'sinin glikoz olduğunu iddia edebilme lüksü var mı? Onun elindeki Mevlana kitabının % kaç'ı şeker, % kaç'ı bal, % kaç'ı su? % kaç'ı has ve samimi Mevlana? Bu soruyu sorunca herkese bir hicran hâli çöküyor ve taburelerin yaslandığı Fatih Camii'nin duvarları inceden ağlıyor.

İzdiham'ın 12. sayısında yayınlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.