zamanı buradan bakınca onarmak ne mümkün?
ustam böyle derdi
sallardım ufak başımı
dört yanım zamanın kevgire çevirdiği deprem (Serhat Şık, Gül Deste).
"Önce
yiyeceğinizi ve giyeceğinizi ararsanız eğer,
cennetin kapıları kendiliğinden
açılacaktır" (Hegel).
Bazılarımızda
edebiyatın yüksek duygularla icra edileceği, bireyin ya da toplumun içerisinden
geçtiği dönemeçleri resmetmek açısından önemli vasıfları taşımazsa edebiyattan
sayılamayacağı algısı, varlığını irili ufaklı hamlelerle sürdürmeye devam
ediyor. Tuğla gibi bir Balzac, tozlu ciltleriyle bir Dosto Baba, kelebek gibi
uçan arı gibi sokan bir Hegel raftan indiriliyor, büyük bir ciddiyetle metinle
halvet olunuyor. Herkeste böyle bir ideal, böyle bir ciddiyet tutkusunun
varlığını sürdürmesine dair bir özlem olduğu ancak fragmanter hayatın
saldırıları karşısında bu hâlin tutunamadığını gözlüyoruz. Oysa zaten biliyoruz
ki Duchamp'tan beri resim sanatı topallamayı da yürümesinin ritmine dahil
ederken, John Cage'in 4.33'ünden beri müzik, uykunun da hayata dahil olduğu bir
temayı besteliyor. Nitekim Beuys'ün, kavramsal sanatın reflekslerini kabule
yanaşmayan bir plastik sanatların kış uykusuna yattığı gerçeğini,
bilinçakışından, Dada'dan, Genet'den, Bataille'dan sonra edebiyatın iki dirhem
bir çekirdek salınamayacağı bilgisi ile oluşmuş bütün pekiştiriyor.
Dolayısıyla
meta-anlatı, Rutkay Aziz-Erdal Beşikçioğlu-Genco Erkal tiyatralitesi,
"İstemem Eksik Olsun" tiradındaki göksel söyleyiş, ansiklopedist
evren toparlayıcılık, Cumhuriyet devrimleri, Mona Lisa ve bütün apollonik gövde
bir kaynama noktasından sonra kendini buharlaşmaya bırakıyor. Katı olan her
şey, yes, buharlaşıyor. Katıda, ciddiyet, doğruluk, hakikat peşinde bir gövde
varken, dionisosçu olan bunun yerine oyunu ikâme ediyor. Orhan Koçak, arada
stratejik bir figür olarak Hırvat filozof Vrankoviç'le zokalıyor bizleri.
Hegel'e çıkan dört düşünürün, en uyduruğu. Bizi sınıyor. O bağırganlığın, o
parçanın bütünde eriyişini kutsal kılanın yerine, oyunsu olanın kıvamsızlığını
bırakıyor.
Emek buharlaşıyor mu?
Lenin sinema sevmezdi.
Devrimcilere yürüyüşü salık verirdi. Çünkü sinema, geniş kitleleri saatlerce
oyalayan ve edilgen kılan bir araç konumundaydı. Sinema, bir diğer deyişle geniş
halk kitlelerini (devrimci-potansiyeli) buharlaştıran unsurdu. Katı olan her
şey buharlaşıyor, modern olan da buharlaşmaya yazgılı, o hâl. Emek yerini,
Fordizm içinde bir yere, Fordizm içinde bir yer kendini 1974 krizi sonrası
bir yere, teknoloji butik üretime, o
hizmet sektörüne ve yekûnda muazzam bir pazarlama faaliyetine bırakmaya
yazgılı. Bugün üretimin olmadığı yerde de, tüketim var. Peki üretenler, sinema
izleyenler, evlerine dvd alanlar, Chaplin'i kitle hâlinde izleyenler ile artık
evlerinde home-sistemleri ile defalarca izleyebilenler yerlerini neye
bıraktılar?
Hayvanlar da üretimin içindedir.
Nietzsche arabacısı tarafından
kırbaçlanan atı Torino'da öpmüştü. Bu aynı zamanda modernist, aydınlanmacı
ahlâkın insan merkezliliğine bir tepkiydi. Doğa, hayvanlar vb. bütün unsurlar,
teknolojinin ve gelişmenin paletleri altında eziliyor, ilerleme kutsanıyor, iri
adımlarla Holocaust'a yelken açılıyordu. Adorno'nun "Auschtwitz"ine
giden, post-poetik dönemine giden bu yolda, atlar, sibirya kurtları, kediler,
böcekler (evet, Gregor Samsa da dahil) sürece dahil ediliyor.
Ancak değişmeyen bir şey var; hayvan
bir olumsuz imge. Bir negativite unsuru. Hayvanlaşmak, gelenekselde de modernde
de, büyük oranda, insanlıktan çıkmak, yüksek duygudan çıkmak olarak
tanımlanıyor. Dolayısıyla yüksek duyguların edebiyatçılarını, hayvanlık ile
uzlaştırıcı bir yan yok. Dostoyevski'de haşeratın, Kafka'da böceğin aldığı
biçimlere bakıldığında, edebiyat tarihinde kırılma arz eden bu figürlerde bile
hayvana genelde, böceğe, haşerata özelde ateş ediliyor. Böcekleşmek, böcek gibi
olmak.
Bu durumu tarihsel bilinç
anlamında aşan en çok birkaç örnek görüyoruz. Bunlardan biri Serhat Şık'ın
"Böcek" isimli şiiri. Burada böceğe atfedilen modernist içerik ve
hâkir görme tonajı yerini bir sempati ilişkisine, bir ezilmişe ilgiye
bırakıyor.
bir böcek,
karamela çiçeği
bir ölüm, şakasına, kandırmacasına
bir gidip geliyorum, bir oluyorum - o böyle
bir yerlerden
hepimiz bir yerlerden
bir ölüm, şakasına, kandırmacasına
bir gidip geliyorum, bir oluyorum - o böyle
bir yerlerden
hepimiz bir yerlerden
bir böcek,
tuğgeneral
sırmaları, bir kelebek
olacak ve kırk gün sonunda
senyörün saatini
tıklayacak ve gülecek
bir ölgünlük gibi soğuk ve dilim dilim
sırmaları, bir kelebek
olacak ve kırk gün sonunda
senyörün saatini
tıklayacak ve gülecek
bir ölgünlük gibi soğuk ve dilim dilim
bir sedir, bir
divan
bir temiz uyku
bir tavan, bembeyaz hürmetsiz ve korku
bir semizlik gelecek
bir sirayet üstüne
işte o an bir böcek
yazacak fernâmeyi.
bir temiz uyku
bir tavan, bembeyaz hürmetsiz ve korku
bir semizlik gelecek
bir sirayet üstüne
işte o an bir böcek
yazacak fernâmeyi.
Görüldüğü üzere bir böceğin
beraberinde anıldığı imgeler; tuğgeneral, kelebek, ölgünlük gibi soğuk, bir
sedir, bir divan, bir tavan, bembeyaz hürmetsiz, semizlik. İçinde negativite
olduğu gibi, poztivite de var. Evet, böcek korkuyu, soğuğu, ölümü çağırıyor.
Ama bununla birlikte tuğgeneral gibi bir iktidar mitini, divar, sedin, tavan,
bembeyaz, semizlik gibi "lounge" ve "chill out" unsurları
da beraberinde getiriyor. Bu da demek oluyor ki, Serhat Şık, Kuhn'cu bir paradigma
ışığında, bilginin birikerek ilerlediğini yadsıyor. Dolayısıyla Nurdan
Gürbilek, Kafka'nın böceğinin bizi Yeraltından Notlar'a gönderdiğini söylerken,
bize de Serhat Şık şiirinin tüm edebiyat tarihine ve sefih olana bir anti-tez
niteliğinde vurguya sahip olduğunu söylemek düşüyor.
Arılar
Balcılık;
teknoloji-yoğun (üretici açısından) ve emek-yoğun (arı açısından) bir alan.
Aynı zamanda da ironik. Çünkü söylemdeki iddia; üreticinin safkan arı olduğu
yönünde. Sadece kutulayıcılar, paketleyiciler var, arada. Dolayısıyla arı hem
teknoloji-yoğun (?) hem emek yoğun (?) bir üretim yapıyor. Arıda, insansı bir
öğe var. Arılara böyle bir tarihsel maddeci yan atfedilebilir. Arının çıktısı,
bal. Ancak balı arıdan ayrı düşünemiyoruz. Arıya haşerat muamelesi yapmamamıza
sebebiyet veren bir üretimci paradigmaya mensubuz. Çünkü arının çıktısı ile
günün en zinde, en estetik, en fresh zamanına yani kahvaltı zamanına eşlik
edebiliyoruz. Kahvaltıda güne zinde başlamak, üretime erken katılmak, dirençli
olmak çağrışımları var. Bu da bizi, "yokluk tespitine" götürüyor.
Özde olmayan ve sonradan eklemlendiğimiz.
Arıların Yüzleri
Gerek
Nurettin Demirağ'ın "Milli Kalkınma Partisi", gerek 1920'ler ve
30'lardaki kalkınma hamlesi, gerek Erbakan'ın ağır sanayi hamlesinde, bizi
1980'lerde arı ile özdeşleştiren bir sürecin semptomları var. Arılı parti.
ANAP. Arı; çok çalışmanın, bal yapmanın (refah üretmenin? ) analojisi. Dolayısıyla
arı beraberinde haşeratın geri kalanının olumsuz çağrışımlarını, tembelliği,
bitkinliği, seksüel atipikliği, kitleyi anımsatmıyor. Böceğin yüzü yokken,
arının çizgi film sektörü üzerinden kurgulanmış bir yüzü var.
Arıdan,
yüze geçişte, Levinas'ın bizi söylediği, "face-to-face encounter"
durumu var. Arı sevimli bir varlık. Arada
gerçekten canımızı yakmak isterse, bir de iğnesi var. Ancak bunu herkese ve her
zaman kullanmıyor, biliyoruz. Arıların yüzlerine yakından baktığımızda
balcıların o dirahşan çehresini daha iyi anlayabiliyoruz.
Balcılar, gerçek edebiyatçılar. Yüzleri ve
genizleri ve Anadolu'nun cetvelle çizildiğinde tam ortasından gelme ihtimâlleri
ile arının safkan emeğini sembolize ediyorlar.
Üstelik bütün bunları, arının "has ve samimi" emeği üzerine
artı-değer katmadan sofralarımıza getiriyorlar. Balcıların yüzlerinde tanıdık
bir kırılma var. Balcılardan biri evimize gecenin bir yarısı gelse, su veririz,
yatak veririz, ekmek veririz. Bir balcı bizim için cephede ölse, şüphesiz
kederleniriz. Balcıda gündelik edebiyatın, vazgeçişin, unutuluşun, acının,
melankolinin, sınıf atlamanın, inceden zudiklemenin, ama her şeye rağmen
kendini sevdirmenin ince sızısı var. Balcı bir profesyonel değil. Kağıt
oynasak, hile yapıp, yenebiliriz. Ama medyası olduğu için aramızda saf
olanlarını yenebiliyor. Bunda suçlu balcı değil. O bir edebiyatçı.
Oysa aynı yüz etiğinin verimli
soruşturmasından çıkan duyguları bir edebiyatçının kitap dergilerinde verdiği
pozlar için besleyemiyoruz. Orada hesap, kitap, biçilmiş melankoli, ölçülü bir yüksek-duygulu
işlerle uğraşma hâli var. Bu geniş kitleler nezdinde inandırıcı olmayan,
entelektüalizmi başka şeylerin ön şartı sayan bir hâl. Üstelik yavan, defaten
çiğnenmiş, posası bile bırakılmamış bir duygu hâli. Balcılardaki "sevelim,
sevişelim, 10 kg
bal 80 tl, üstelik polen de bedava" retoriğinden zerre iz yok. Bugün eli
yüzü düzgün edebiyat dergilerinin hepsini aldığınızda 80 lirayı gözden
çıkarıyorsunuz. Ancak bu size bir katma değer getirmiyor. Çünkü orada poz
kesme, atraktif hallenmeler ve seksüel" yokluk tespitinden" gayrısına
az rastlanıyor.
Bundan dolayı denilebilir ki;
sahihliğin olmadığı yerde, daha az yıpranmış olan balcı imgesini edebiyatımız
için aranan kan olarak sunmanın kaybettirebileceği bir şey yok. Üstelik
edebiyat dünyası reklamı bu kadar hâkir görebilme lüksüne sahip değil.
Mevlanaesk bütün motifleri edebiyatına harc eden ve bunu küresel pazarlama
taktiklerinin emrine sunan bir edebiyatçı bir bal reklamına nasıl küçümser
gözlerle bakabilir? Kapağı pembe Mevlana kitabından alan ve vapurda, trende,
evde, okulda aynı pazarlama faaliyeti ile okuyan bir okurun bir balcının
ürününün %50'sinin glikoz olduğunu iddia edebilme lüksü var mı? Onun elindeki
Mevlana kitabının % kaç'ı şeker, % kaç'ı bal, % kaç'ı su? % kaç'ı has ve samimi
Mevlana? Bu soruyu sorunca herkese bir hicran hâli çöküyor ve taburelerin
yaslandığı Fatih Camii'nin duvarları inceden ağlıyor.
İzdiham'ın 12. sayısında yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.