I
21. yüzyılın insanına bahşedilmiş
en öncelikli hediyelerden biri koleksiyonerlik. Ancak bilinmeli ki, bu aynı zamanda
bir anti-koleksiyonerlik. tom waits
hazretlerinin son albümü az zahmetle ve mp3 formatında ulaşılabilir kılınması,
indirmenin tamamlanması ve albümün bir gün dinlenmek üzere bilgisayarın bir
ücra köşesine ya da yedek hard disk’e atılması; bu bilgisayarın başında gününün
2/3’ünü geçirenin müzikle ilişkiye geçme formlarından biri. Ya da “tube”lar
çağındayız- artık yerleşik disklere bir şey indirmenin de mânâsını yitirdiğini
görüyoruz; pekalâ bir müzeyyen senar, leonard cohen, youssou n’dour albümü ile
müşerref olabilir, sayfayı sık kullanılanlara ekleyerek arzu ettiğimizde ona
geri dönebiliriz. Dolayısıyla, 21. Yüzyılda, dijital olanaklar
koleksiyonerliğin muhteviyatını değiştiriyor. Artık koleksiyon bir zevk veren
faktör olmaktan çıkmış, koleksiyon bir amaç olmaktan da çıkmış. Koleksiyon bir
sakatlanma hali, bir aksama, bir “çöpe doğru biriktirme”.
II
Ben azılı bir anti-sinemistim.
Dolayısıyla bu çağın de-facto koleksiyonerliği bende müzik meselesinde kendini
gösteriyor. Ondan bütün örneklerimi müzikal alandan veriyorum. Sinemanın
seyirciyle ilişkisini, müziğin dinleyici ile ilişkisinden ayıran bir “kendini
teslim etme” hali. Sinemanın sizi görsel olarak teslim almasının hazırlanmış
bir kolektif ön koşulu var. Ancak müzik sizden bir görsel teslim istemiyor.
Dolayısıyla baştan eksik ya da sizin kurmanız, zahmet etmeniz, özen göstermeniz
gereken bir “an” var. “Farklı
kaydedilmiş”, bekletilen, dijital ortamda (buzdolabında) saklanmış müzik, elbet
kendisine teslim olunan kendisiyle baş başa kalınan bir “on-going relation”
değil artık. Bu nedenle müzik yerine “kentin seslerini” teklif etmeliyiz. Diğer
bir deyişle, Jacques Attali’den alıntıyla gürültüyü. O bunu bir güç olarak
vaftiz ediyor, biz ise bundan emin değiliz.
III
Dijital ortamla ilişkisi
kesilmiş, tercihen plaktan odaya, oradan kente süzülen bir müziğe kendini
teslim etmek aslında hayatın sahici döngüselliğini, anti-koleksiyonerliğin
getirdiği pseudo döngüselliğe yeğlemek anlamına geliyor. Dolayısıyla, farklı
kaydedilmişlerin mezarlığının bize vaad ettiği müzik, bir “anti-koleksiyon”
harikası olarak bizi beklemeye- ertelemeye- “bir gün gelecek ne de olsa tüm bu
müzikleri dinlemeye zaman bulabileceğim” sözünün çelişkisine, yaşlanmaya, geç
emekliliğe, mezarda emekliliğe, sahici demli bir çay yerine poşet çaya referans
vererek ikna etmekte, ölümü beklemenin şiirsel olmayan halini teneffüs etmeye
zorlamaktadır.
Yani, “ben gerçek bir müzik
meraklısıyım. 50.000 mp3’ten mürekkep bir koleksiyonum var”; işte buradaki
koleksiyon, geleneksel anlamıyla koleksiyon değil. Çünkü atıl, çünkü yarı-çöp.
50.000’in 40.000’i bir kez “farklı kaydedilmiş” ve bir daha kendisine
uğranılmamış olan unsurlardan oluşuyor. Bu 40.000 mp3’ü bir gün dinleyecek
olmanın hayali ise 21. yüzyıl insanının anti-koleksiyonerliğine tekabül ediyor.
Bu da eşorfmanlarla ve poşet çaylarla başlayan gecenin, yarım kalmış ve ruha
sinmemiş şarkılarla tamamlanmasını, elbiselerle başlayan bir ömrün
çıplaklaşmadan “yunmadan”, durup ince şeyleri anlamaya vakit ayırmadan bir
hazin tempo ile sonuçlanmasını bize bir kehanet gibi bildiren, bilip-görüp
içinden çıkamadığımız döngüselliktir.
IV
Dolayısıyla ne bu çağın müziği
biricik, ne bu çağın kulakla irtibata geçen teçhizat müstakil. Bu çemberi
kırmak, bir şeylerin başlangıcı. Bu da yeniden özenle müzikle tanımlanmış
alanlar oluşturmaktan, gerekirse bir “müzikal potlaç” ile adına koleksiyon
denilen şeyleri dijital doğaya (!) geri bırakmaktan, müzikal hakikat ile daha
berrak bir karşılaşmanın zeminini hazırlamaktan geçiyor. Plaklara geri dönüş,
performans (konser) ya da müzikal bir cemaat oluşturmak bunların sadece bir
kısmını oluşturuyor… Böylece hayatın hızının ehlileştirildiği, döngüselliğin
asli manasına kavuşturulduğu “kurtarılmış bölgeler” ilan etmek olanağı gündeme
geliyor.
Datça, 28.06.2013.
İzdiham'ın 13. sayısında yayımlandı.
İzdiham'ın 13. sayısında yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.