I.
Modern düşüncenin alamet-i farikalarından birisi özne ile nesne arasında açtığı uçurumdur. Bu uçurum bir yandan nesnenin temsilinin imkânıyken, öte yandan da nesneye duyulan şüphenin gerekçesini oluşturur. Ne var ki, bu modern tavrın kendisi tarih içerisinde renk değiştirerek ileri doğru sıçramış, bu yolda da şüphe kendisini müphemliğe bırakmıştır. Hakikat için “bir yöntem olarak şüphe”nin çizdiği rotaya göre düşülen yol, sonunda varılacak yerin çoğullaştığı, çoğullaştığı için de şüphenin yerini müphemliğe teslim etmekle kalmayıp varma arzusunun da minörleştiği bir kapıya çıkmıştır. Bir anlamda her şeye hayretle bakan, askıda kalmış, kararverilemezlikle mühürlenmiş bir gözdür artık çağın istediği. Bu arada kalma hali, taraf olmamanın gücünden yararlanır; ancak daha önemlisi, verili konumların yetersiz kaldığı yerden konuşmanın ferasetini barındırır. Bunu yaparken aldığı risk, şüpheci tavrın sonunda varmaya çalıştığı hakikatin ufkundan yitmesidir.
İlk kitabı Sağcılık Şiirleri’nde Ufuk Akbal işte tam da böyle bir dille konuşuyor; nesnesiyle arasındaki müphem bir bağı görünür kılan; ironik-politik bir şiir kuruyor. Sloganın değil bireyin kendine has evreninde nesnesini ulaşılabilirlik mesafesinden ayırmadan ancak ona doğrudan temas etmeden, incelikli bir paradoks kurarak ilerliyor.
Pieterjan Ginckels - Chess |
İşte, tam da bu nedenle ikinci tür “şakalar” bir tür konformize düşme tehlikesi barındırıyor. Şu anlamda bir konformizmden söz ediyorum: Yeterince yakından bakılınca böylesi bir “şakacılık”ın, şiirin yapısının koşullarına uyduğunun düşünüldüğü anda, aslında onu koşullayanın ses ya da boşluk olduğu fark edilir. Bu da şiir içi alanda kalmaya çabalayan, gerekirse anlamı zorlayan ama bütünlükte “sırıtan” bir dizenin ya da “şaka”nın ortaya çıkmasına neden oluyor. Uykudaki konformizmin şiirde baskın çıkmasını engellemek de elbette şairin işi.
II.
Sağcılık Şiirleri’nde ironik-politik bir şiirin inşa edildiğinden söz etmiştim. Kitaptan pek çok örnek gösterilebilir. Mesela “bu ece Ayhancı anlayış, kısa vadeli cihangirûn ideolojisidir.” (s. 23) gibi dizeler tam da “şimdi ve burada” bir genç şairin, Ece Ayhancı Kemalizm karşıtlığını günümüzün Cihangir aydınlarının liberalliğiyle özdeşleştirdiğini gösteren bir dize/önerme. Tabii bu “politika”nın kitabın adındaki “belirteci” olarak “sağcılık”a ilişkin olarak iki tane örneğe değinme gereksinimi duyuyorum:
Sağcılık ne tınılı, ne şen ses.
Benjaminsiz de olabildiği gibi
[“Vitrindeki Kertenkele”, s. 13]
ama kişisel olan politik değildir,
foucault’nun aksini iddia etmesi bizi enterese etmez.
çünkü biz sağcıyız,
bizi kısa vadeli foucault ideolojisi yönetmiyor.
[“İbrahim Çubukçu İçin Tango”, s. 63]
Sağcılık Şiirleri “adı” itibariyle dikkati çekmeyi başarıyor; ancak kitabı kapattığınızda bunun kendine seslenmemenin bir yolu olarak kurulduğu görülüyor. Nesnesiyle arasındaki mesafeyi korumak, şüpheyi diri tutmak için seçilmiş bir isim. Yukarıdaki alıntılarda da görüldüğü üzere bu şüphe bir düşünme yoluna dönüştüğünde başarılı oluyor. Akbal’ın şiirindeki ironik dilin son dönem genç şairlerinde baskın olan anti-entelektüalizmden kısmen payını aldığı söylenebilir. Ne var ki, bunu “komiğe kaçmadan”, yani şiir dilini büsbütün komiğin diline berhava etmeden yaptığında daha başarılı oluyor. O zaman tespite yönelme, dolayısıyla kültürel bir eleştiri yapma ya da politikaya açılma gücü buluyor şiir; çünkü yukarı değindiğimiz üzere verili konumları sarsan/aşan bir üçüncü ufuk bulmuş oluyor.
Kültürel referansların bir yandan Benjamin, Derrida, Leibniz, Deniz Gezmiş, öte yandan da İsmet Özel, Latif Şener, MHP, Hasan Cemal’den oluşması, sözünü ettiğim müteredditliğin özenli bir kılıfı oluyor. Kendisini göstermemek için zaman zaman geriye doğru adım atan, muhatabını belli bir mesafede tutarak belirsizliğin gücünden, sisinden faydalanan bir şiirle karşı karşıya kalıyoruz. Bu müteredditlik, şiirlerin eleştirisi belli olmadığı için değil, aksine eleştirisi ve tarafı belli olduğu halde bunun yer yer doğrudan söylenmemesinden ileri geliyor.
Kitabın başarısı, ikircimini sonuna kadar sürdürerek okuru da bunun içine sokabilmesinde. Öte yandan plastik bir ironinin baş gösterdiği dizeler, tam da Akbal’ın “biz ki unuttuk,/derrida’nın keçiboynuzu olduğu/Türklerin iktisad bilmezliği ile birdir” (s. 27) dediği gibi okurun keçiboynuzu çiğnediği yerlere dönüşüyor. Derrida’nın düşüncesindeki oyunculluğu, ekonomi-politik bir perspektifin yokluğuyla eleştiren Akbal’ın kitabında plastik ironinin baş gösterdiği yerler için de benzer bir eleştiri kapıda bekliyor. Karnından konuşan plastik ironi, yalnızca söz parlaklığına dönüşüp altı boşalır; tıpkı zıtlıklardan üretilen imgeler zamanla klişeleşmesi gibi. Akbal, parlaklığın çekimine kapılma riskini büyük oranda bertaraf etmiş gibi görünse de kitabın müteredditliği bu iki tür ironi arasında kalmaktan ileri geliyor.
Kitabın temel gücü, sözünü ettiğimiz ironik-politik dilin kendisine özgün bir yer açmayı başarmasının yanı sıra belirsizliği sonuna kadar koruyarak bütünlüğünü bozmamasıysa; güçsüzlüğü de kitabın kültürel referanslarının yerel bir alanda sivrilmesine rağmen bunların zaman zaman plastik kalması ve hem içeriye hem de dışarıya doğru esaslı bir eleştiri getirmemesi. Akbal’ın vurmak istediği yumruk, güçlü bir şekilde kalkıyor ama havada asılı kalıyor. Yine de yumruğun havaya kalkma şekli ve gücü dikkate değer, belki ikinci kitabında iner.
Utku Özmakas, "Mütereddit Şiirler", Duvar Dergisi, S.14, s.14-15.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.