Şairullahtan müteveffa
Seyhan Erözçelik'e hiçbir zaman "sansar", "arıza" gibi
hitaplarda bulunabilecek kadar yakın olmadım. O kadar bile değil; bizimkisi bir
seneyi biraz aşkın bir facebook arkadaşlığı ve meyilleşmeden öteye de gitmiyor/
gidemiyor. Öte yandan o kadar yakın olsam da, buna benzer hitaplarda bulunmak
mizacıma aykırı. Bir de çok seneler önce blogumda şiirini yanlış alıntılayıp,
kendi medyamda ona terslenmiştim. Üşenmemiş, yorum yazmış ve şiiri düzeltmişti.
Şimdiye kadar olan bölümüne ek olarak, benim muhtemelen, onunsa kesin alkollü
olduğu bir akşamdan facebook vasıtası ile talebim üzerine bana yolladığı bir
dinleme listesi var. Onu da buraya alıntılayıp, ayracı kapatalım.
Ufuk
Akbal
seyhan abi, gecelerin iyi olsun. bana bir müzik önerir misin beykent balkonlarında dinleyeceğim.
Seyhan Erozcelik
tür? neşeli, ağlamaklı, damardan?
Ufuk Akbal
dalgalı..
enescu gibi..romen rapsodisi gibi..
tam ağlamaklıyken kontraya yatıracak birşeyler..
Seyhan Erozcelik
beethoven, ruins of athens'dan dervişler korosu/ravi shankar/wish you were here/ferdi özbeğen/chopin tabii ki...
bueno vista
seyhan abi, gecelerin iyi olsun. bana bir müzik önerir misin beykent balkonlarında dinleyeceğim.
Seyhan Erozcelik
tür? neşeli, ağlamaklı, damardan?
Ufuk Akbal
dalgalı..
enescu gibi..romen rapsodisi gibi..
tam ağlamaklıyken kontraya yatıracak birşeyler..
Seyhan Erozcelik
beethoven, ruins of athens'dan dervişler korosu/ravi shankar/wish you were here/ferdi özbeğen/chopin tabii ki...
bueno vista
Ufuk Akbal
dinliyorum
1. Aralıklarla
belirtiyorum. Şiir üzerine konuşamıyorum. Daha doğrusu, teorik bir
kuşatıcılıktan ziyade, her defasında empresyonizm sokağına sapıyorum.Üstelik
zamanla bundan keyif almaya da başlıyorum. Vardığım son nokta, katiyetle,
tamamen empresyonist bir nokta olmasa da, ortaya çıkan tablo kişisel bir
derlenip-toplanmalar ansiklopedisinin bir maddesinden daha fazlasını ifade
edemeyebiliyor. Tabi bu bir başkası için seyretme biçimi. Benim içinse bir
"ansiklopedinin maddelerinden" bir ansiklopediyi inşa etmek
önemsediğim bir iş. Çünkü, ölmeden önce üretmek istediğim en oylumlu ama
rafine" metin bir "kişisel ansiklopedi". İçe gömülmüş, içten
dışa sinyaller gönderen. Bunda muhakkak bir Seyhan Erözçelik maddesi olur,
olacaktır. Olursa da, o maddeyi bu yazı oluştursun madem.
2. Meram I'de de
belirttim. Ayhan Şahin diye bir yazar dost var ve "Seyhan Erözçelik şair
değildir" dediğini işittik; düzeltti - "büyük şairler kategorisine
sokmuyorum" dedi. Y.T. de bunu destekler mahiyette cümleler kurdu. C.D. de
paralel düşünüyor, sanıyorum. Bu nedenle ona yapılanı ortodoksinin genel
tavrının bir tezahürü olarak kodladık ve sepete ekledik. Bu durum bizi kan kardeşi
kıldı.
3. Dolayısıyla,
a- güçlü bir şair olmadığını düşünenler, b- güçlü bir şiir bırakmadığını
söyleyenler mahfiline karşı, "otobiyografik bir Seyhan şiiri şerhi"
düşüyorum ve bu şerhi oluştururken de, estetik anlamda masadan en tok (dolayısıyla
bana göre en güçlü) kalktığım üç şiirini kişisel anılarımla, çağrışımlarla ve
sembollerle ele alıyorum. Bu şiirler,
"Küçük Dul Kız", "Aşk, İdam ve Altın" ve son olarak
"Zurna ve Pembe"[1].
4- Küçük Dul Kız; "şeker pembesi bir akşam gidip geliyordu/ Bebek sularıyla göğün
arasında" dizelerinin ardı ardına patlaması ile başlıyor. İstanbul'da
hasbelkader yumuşak bir akşama, yine hasbelkader herhangi bir kıyıda (Beşiktaş,
Kadıköy, Üsküdar, Bakırköy, Çengelköy vb.) yakalanmışsanız, sizi sarıp
sarmalayan ruh hâline Seyhan, Bebek'te yakalanmış. Ölümcül şeylerden biri,
estetik anlamda güzelin karşısında yapayalnız kalmak- bir başkasına aktarmakta
kifayetsiz kalmak. Bir manzara (burada şeker pembesi Boğaz akşamı), bir başkası
için Tuz gölü, Kapadokya, Abant vb. Birisine, "öyle bir manzara vardı ki..
görsen şaşarsın" ya da "burada ölmek isterim" gibi ünlemler
yerine çok daha rafine bir sözü olana belki de "şair" diyorlar. Ben
de bugüne dek, bu ölümcül durumu bunca iyi ifade eden bir dizeye rastlamamıştım
belki de. Ve hemen akabinde seyreden cümleye de, aynı zamanda "göğüslerimizde birer gelincik ölüsü
kilitlenmiş/ tıpır tıpır gidip geliyorduk biz de/ Magnezyum alevi kadar kısa,
aldatıcı bir hayat işte". Evet, tam da bu "gelincik ölüsünün
göğse kilitlenme", ses çıkaramama ama çıkarmak isteme- çıkarınca büyünün
bozulacağını bilme ve bütün bunların bir magnezyum alevi zamansallığına
yayılması. Seyhan Erözçelik şiirinin ifade gücünün en drajeleşmiş
tezahürlerinden biri.
Proust'a
gönderme yapmaksızın bırakmayacak bir akşam üstelik; "Söz gelimi, Leyla, eski sevgilim..". Neyin söz gelimi?
Bu söz nereden geliyor? Birbiriyle bağlanmamış nesnelerin uzaydaki salınması
muamelesi yapamıyoruz bu şiire. Söz Leyla'ya yine şeker pembesi akşamlardan
geliyor; "dilini dişlerine gerip
sevişirdi kahkahayla/ sonra birden göz kuşlarına boğulurdu şeker pembesi
akşamlara kilitlenip/ Ürperirdim bana dokunduğunda yüreğim tıpır tıpır
atardı". Dolayısıyla, gelincik ölüsünün zemindeki (burada yürek)
yarattığı ses (yani bir manzaranın) uzayda iliştiği "şey", sevgilinin
dokunuşudur.
Peki sevgili bu
dokunuş için aynı şeyi mi hissetmektedir? Erkek aşkı ve kadın aşkı ayrımını
koyuyorum. Erkek aşkında cevabı "evet" olan bu şeyin "kadın
aşkında" cevabını bilmiyorum. Kadının erkeğe duydu aşkta yani. Çünkü, bu
dizenin ve buna benzer bir akşamın birleştiği yerde gösterilen kişisel bir
tezahüratın cevabı, "bu ne burada ne diyorsun? anlamıyorum.."
olmuştur. S.S. Diğer bir deyişle, dünyanın estetik hamlesine bir karşı hamle
yapılmış, bir başkasına bu durum yansıtılmış ama her şey sönmüştür. Nitekim,
Seyhan da, "Gül ve dil soldu o malûm
akşamlarda/ her şiirin sonunda" diyor. Her kadın ve erkek aşkının
sonunda diye okuyoruz.
5- Aşk, İdam ve Altın: Seneler önce henüz
bir üniversite öğrencisiyken (2004 gibi olsa gerek), Seyhan Erözçelik'i kendi
sesinden CNN Türk'te bu şiiri ve "Zurna ve Pembe"yi okurken
hatırlıyorum. Bunlara ardışık şiirler muamelesi yapabiliriz. Sadece dosyadaki
dizilişleri itibarı ile değil. İmgelerin şiir uzayındaki dağılımı itibarı ile
de. Aynı programda Seyhan'la birlikte Komet de vardı ve her ikisinin Seyhan
şiiri üzerinde söylediği söz, "caz" bir şiir olduğu idi. (Aynı gün
Seyhan, Nilgün Marmara şiiri için "kuru bir şiirdir" de demişti).
Aşk, İdam ve Altın kuru bir şiir değildi. Musikisi olan bir şiir.
"Denizler
uyudu. Alevler nakşedilmiş
Aynayı
topla ellerin kanamadan ey Terzi!
Gül
yapraklarıyla kafası kesildi
gölgemin,
sevgilimin. Gideyim ben de,
karanlık
deltalarda boğayım kendimi." dizeleri ile açılan kapıdan dışarıya bir
musiki yoğunluğu çıkıyor. Şiirin böyle kurulacağını/kurulduğunu var saymamak
gerekiyor ancak. Çünkü şiirdeki tüm nesneler bir mezarlıkta gece ayağa kalkan
ölüler gibi dikiliyorlar yerlerinden sonraki bölümde, dolayısıyla müzik de
hızlanıyor. Gece gülüyor, açıyor, dilini yutuyor, şairin gölgesi kesik
kafasıyla geliyor. İyi bir musiki dinleyicisi olduğunu biliyoruz Seyhan'ın. Bu
şiir, pastoral/lirik bir başlangıçtan Philip Glassyen bir neşeye sapması ve
bunu hüzün nesneleri ile donatması ile de öne çıkıyor; "Altın aşklar köreldiler/ ağlıyorum". Bir yanıyla ise
"Bohemian Rhapsody"nin aritmizmine göz kırpıyor.
Kendi kendine soru sorulan dizeler:
kendinin sondajı. Aynı zamanda bu soruların çoğunlukla cevabı olmayacaktır. Bu
cevapsızlık efektini verme anlamında da Seyhan şiiri çok mahir. Örneğin; "Paranoia mon amour! Sevdiğini kim
öldürür/ Neyle öldürürdü? (..) Gölgem sırada hapsolmuş/ unutmuşum." gibi
dizelerle biten şiirde, yukarı çıkıp sonra sönen ve geriye tortu olarak bu
neşeli hâli bırakan bir silsile söz konusu.
6- Zurna
ve Pembe; Ardışık demiştik. Soru sürüyor ve sondaj elbette, "Paranoia mon amour! Aşklar en iyi
nasıl boğulur?" ve aynı neşeli hâl nüksediyor; elmanın bıçaklanışında.
"Burda
bir elma bıçaklandı/ aktı yere kanı, saçıldı çekirdekleri betona". Bu üç şiirden özellikle son ikisinde varılan şey,
"yolda olma hâli"- Meram'ın genel karakteristiği ile de uyumlu. Bu
yüzden çelişik ama câzip; "dünya olup bitendir" (Wito), ve olup
bitenden "bana düşenlerdir". Bu da Seyhan; "Ben saf aynayım". Bu da Rüşdü örneğin, bu da ben.
"Bir
şaire kestirdim ben artık dilimi/ Kendisi çok eski bir şairdir". Ve böylece mutlak iletişememeden, "iletişme"
imkânına yatay geçiş yaptım. Hepimiz dilimizi eski şairlere kestirdik,
elhamdülillah...
[1] Seyhan Erözçelik, Kitaplar- Toplu Şiirler (1980-2003), Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul 2003, s.141, s.238, s.239. Yılmaz Türk, şair Ramazan
Parladar'ın "toplu şiirleri" sevmediğini, her şiir kitabının tek bir
kitap olması gerektiğini söylediğini aktardı.
Meram: Yeni Yol Fanzin II'de yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.