7 Şubat 2019 Perşembe

Tezgah Fanzin Söyleşisi II. Bölüm- Haziran 2018


Söyleşenler: Halid Metin, Abilmuhsin Özsönmez, İsmayil Sakin

H.M: Uzun bir ara var röportajın ilk kısmı ile burası arasında. Bu uzun aranın öncesinde tasarladığımızdan tamamen farklı bir şekilde devam etirelim istiyorum. Çünkü bunun salınıvereceği dolaşımda ne fark eder ki? Şöyle denir: “Kaldığımız yerden devam edelim.” Olanaklı mıdır bu ?

Doğrudur, neredeyse yarım yıl olacak.. Kaldığımız yer sahi neresiydi, mümkün mü kaldığımız yerden sürdürmek. Sanırım, değil. O günden bugüne bazıları direkt bazıları dolaylı birçok cevap aldık söyleşiye. Ancak, sanırım hiçbiri kaldığımızı yeri kerterizleyecek nitelikte ve şu "ne fark eder ki?" serzenişini yersiz çıkaracak kuvvete değildi.

H.M: Evet, öyleyse biz saçılmaya devam edelim. Kitabın hakkında bir soruyla başlayarak: Şiirinin öznesi tüm dünyaya (mesela Timbuktu’dan Beylerbeyi’ne) ve tüm zamanlara (-16 yaşında olduğun 1968’den “çağ içre çağ”lara) yayılarak var olan ve dolayısıyla aslında olmayan, gerçek olamayacak bir özne diyebilir miyiz? Bu özne meselesine kafa yorduğun ve ara sıra kullandığın için soruyorum. Hem böyle bir kuşatım arzusu hem de nazenin minörite, nasıl olabilir bir arada?

Eksi 16 yaş buluşunun senin tarafından takdir görmesi mutluluk verici. Elbete, böyle yayılarak var olan ve speküle edersek - aslında var olmayan, var olması arzu edilen diyelim, bir muhayyel öznenin merkezi gücünden ve ilham vericiliğinden söz edebiliriz. Fizik mekan ve var olunan zamanla sınırlı tutulamayacak - ondan daha ötesini talep eden, tarihteki minör akrabalarının geçtiği yolları, benzer bir anda hissetiklerini kollayan, sürekli çapraz referanslarla kendine nefes almak için yer açan; kendinden onlara, akran ve akrabalarına binlerce patika kurmak isteyen bir özne. Tam da bu öznenin nefes alabileceği yer aslında, bu kuşatım arzusu (Hegelci bir tınısı yok) ile nazenin minöritenin bir aradalığı, hatta içiçeliğininin oluşturduğu uzay diyebilirim. Ancak, böyle kavrananların, ilham olunanlarla akledilenlerin ancak bu şekilde kaynaşabildiği bir uzay.


H.M: Peki bu theoria canavarı praxis’te nasıl aksedebilir? Muhayyel özne -sizin sevdiğiniz tabirle- katıdomuz hayata makes bulur mu? Ya da bu hayalperest şehrin ortasında nasıl nefes alır verir? Şiirimiz hayvan ve hödükler ile de dolu biliyorsunuz. Ya da onların soracağı gibi soralım mı; Var mı yaşamak için bir çözümün babam?

Beni neden böyle bir hayli cüsseli ve "çağ içre çağ" sorularla baş başa koyuyorsun. Ayrıca, Sağcılık'ta da, burada ve birkaç söyleşide de söylemiştim, var ise bir çözümüm - kendime kadar. Bencilce bulunmasın bu. Kendime kadardan kastım, bir teorinin ayracına alınamaz manasında söylüyorum. Diğer bir deyişle, böyle bir çözüm için başkalarına kefalet sunamam. Dedim ya, özne muhayyel. Bir başkasının öznesine yönelik anti -enflamatuar etki üretebilirse, "hoş sada" bırakabilirse kâr sayarız. Bu da bazen bana kadar olan bir nefese çıkıyor, fazlasına değil. Dolayısıyla, hayvan ve hödüklerin istediği cevaplardan, bu kalıp ustaları ve onların tornalarından cam işçisi Alpagut Gültekin ağabey'in de buyurduğu üzre; "Cesaret ! Kaçalım…"

H.M: Bu sorularla seni baş başa koyma sebebim şiirinin kaldırabileceğini hissetirdiği sıklet ve yaratığın dil ve evrenin içimize saldığı ümit. Neden kitaplar okuruz? Bence her günün hayatında ne edip ne etmeyeceğimiz sorusuna bir cevap bulabilmek için. Böyle olunca biz ötekilerden ötekiler de bizden hoş bir sadadan fazlasını beklemekte sanki. Peki, kaçalım ama nereye?

Bu söylediklerinden büyük mutluluk duydum, duyuyorum. Elbete, sadece kendini çevreleyen, kaleme alanını mesul kılan bir şiirim var demiyorum. Ya da böyle olsun istemiyorum. Aynı hissiyatı geçirebildiğim, böyle bir minör imkanı şiirlerim sayesinde iletebildiğim herkesi şiirin/şiirimin başarı hanesine- belki bu da delice bir laftır, ne demek başarı, yazarım. Söylemek istediğim bu sadece minör bir imkan. Buradan hareketle, şiirlerimin etki alanının ne olduğunu ölçebilmem ya da ne olması gerektiğine dair nutuk atabilmem bana biraz zor geliyor. Belki bu söylediklerim seni hayal kırıklığına uğratıyor. Belki daha çok şey vehmediyorsun bana. Her halükarda sana bu cümleleri kurdurtabiliyorsa, şiirimin meramı yerini bulmuştur. Yine de bir adım dahası, daha büyük sorumluluklar demek. O durumda, Halid’e şunu sorabilirim? Sen ne görüyorsun; seni ne umutlandırıyor, benim şiirlerimde?

H.M: Ben bu ses yakalanamaz devirde ele geçirdiğin ses ve önceki soruda işaret etiğim yayılım/imkan ile şiirinin şiirliği ile ilgili tartışmaların ötesine rahatlıkla ve dikkatini çekerim – bazı saldırgan ve hazımsız tipler hariç, bir konsensüsle vardığını görüyorum. Bu büyük bir şey bana kalırsa.


                      *                     *                          *                         *

İ.S: Halid Metin'in bıraktığı yerden ama biraz daha yere yakın kalarak kitabın hakkında daha etrafıca konuşalım isterim. Şiirinin belki temel ereğinin, artık motto halini almış olan "gündelik hayatın estetizasyonu" terkibinde dile geldiğini biliyoruz. İlk kitaptan ikinci kitaba uzanan süreçte, estetize etmeye çalıştığın bu gündelik hayatın; çerçevesi, genişliği, bileşeni olan kişiler bakımından bir dönüşüm geçirdiği aşikar. Halid'in ‘’şeylerle’’ münasebetine dair yüksek soruşturmasını da akılda tutarak şunu sorayım: yükün ne kadar ağırlaştı?

Şöyle diyebiliriz. Kesinlikle çok daha ağır yüküm. Kızımdan ötürü. Hem gailem arttı hem sorumluluk. Bu insanın zihninde inşa ettiği bir bariyer midir? Sanmıyorum. Kodlarda olan, oraya yüklenen bir şey. Bu yüzden, hem kendi dünyam hem dünyamı çevreleyen dünya.. her geçen gün daha da ağırlığını hissettiriyor. Tahmin ediyorum ki, hepimiz için böyle. Ama şunu da hatırlatmakta fayda olabilir. İlk kitapta olup, bu kitapta olmayan ve yükü seyrelten bir şey vardı. O da ironiydi. Bu yanıyla ikinci kitabın, bildiğimiz anlamda yükü hafifleten o ironiden daha az içerdiğini söyleyebiliriz. Yük ağırlaştıkça, yeni baş etme stratejileri de ekleniyor kataloğa. Bu anlamda hakkını yemeyelim.


İ.S: Muhakkak. İkinci kitapta tutulan yeni yollara ayrıca eğilmeden, önceki soruya şu eki yapmak zorundayım: kitaba adını veren şiiri bu yeni hayatınıza yönelik dip bir tepki olarak okumak mümkün mü? Yani bu şiir Ufuk Akbal’ın, yaşamının bu episoduna bilinçdışı bir kök-cevabıdır desek şansımızı çok mu zorlamış oluruz ya da bu soru Ufuk Akbal’ın yükünü mü katmerler?

Ormanları Hayvanlardan.. birçok spekülasyona açık bir başlık.. Ahh.. Yükümü mü katmerler acaba? Dilin azizliğine mi uğradım o başlığı koyarken? Bu soruları kendi kendime hiç sormamıştım. Öncelikle, teşekkür ederim. Neden olmasın. Bunu bir şans zorlama olarak görmüyorum. Bazı "hatırlatıcılar" icra sahibinin de yeni bir farkındalığa kavuşmasını sağlıyor. Ortaya çıkan şey hakkında, yorum ya da aşırı-yorum olsun, hiçbir zaman "ben de bunu yaptım, yenisine bakarım" diyip çekip gidemiyorum. Bir hayli gıdıklamış oldunuz beni. Ama bu muhakemenin sonunda yüküm katmerlenecek mi, işte onu bilmiyorum.. Sanırım, çetin bir işaret oldu.

İ.S: O zaman biraz daha gıdıklayayım. Kitabına isim seçerken "ormanları hayvanlardan" ile "seramik atelyesi, karanfilköy" arasında kaldığını biliyorum. İkinci ismin kaynağı olan şiire biraz bakalım isterim. İlk kitapta çokça başvurulan ironinin bu kitapta yerini bıraktığı temel "numara"nın, yaşamı Ufuk Akbal’dan çok başka sürdüren bir personanın (Halid’in değindiği muhayyel öznenin) "maceraları"nı öne sürmek olduğuna dair bir kanaatim var. Karanfilköy, bu (Alpagut ağabeyden ilhamla söylersek) kaçak personanın ağırlığını çok duyurduğu şiirlerden. Bu yoruma ne dersin? Şayet katılırsan şunu sorabilirim: bu iki şiir (o.h. ile s.a.k.) arasında kitaba yayılan ve hatta isim kapma yarışına kadar varmış bir gerilimden söz etmek mümkün mü?


Kesinlikle evet. Kesinlikle… Kitabın iki ucunu temsil ediyor, bu iki şiir. Benim gönlüm son ana kadar Seramik Atelyesi'ndeydi (evet, atelye - bazı rağfiklerimizin sanısının ve "dilsel hizaya getirme çabalarının" aksine). Ormanları daha ticari bir isim değil, o da bir hayli güzel ve şiirsel. Ancak, bugünkü halet-i ruhiyemle basıyor olsam Seramik Atelyesi, Karanfilköy koyardım kitabın adını. Orası benim adam, çünkü. Evet, çoğu zaman az önce bahsetiğim gaileden başımı kaldırıp kendime açmak istediğim arka bahçem. Orada hususi misafirlerim; hususi müziklerim, hususi içkilerimle dolu bir dünyadayım. Ama, aslında orası bir yok-yer. Çünkü, başımı kaldırsam, gaile dinse bile, kendi Seramik Atelye'mi erteliyorum. Hem kusursuz dinginlik anlamında hem de bir "tekhne" olarak.


İ.S: Enfes. Gündelik hayatın estetizasyonundansa bir estet hayatı kuruyorsun ve ben bunu bir kaçış olarak kodlayıp bu iki şiir (o.h. ile s.a.k.) arasındaki gerilimi dövüşmek ile kaçmak arasında bir gerilim olarak adlandıracağım. Ve timbuktuda bir koca sofrayı bu iki akışın buluşup karıştığı bir şiir olarak okuyacağım. Mümkün müdür?

Bana teyit etirmeyiniz lütfen, ben de keyife izleyenlerden biriyim ve bitabi her şey mümkündür. 12'den mi vuruyorsunuz bilemiyorum ama isabet oranının hayli yüksek olduğunu tahmin ediyorum. Peki, ben size sorayım. Neden Timbuktu'ya böyle bir rol atfediyorsunuz?

İ.S: Şundan: kaçan şiirlerin kurgusal yönü ağır basıyor. İrili ufaklı öyküler yaşanıyor ki bu şiir bu bakımdan yüklü. Öte yandan, kaçan şiirlerde daha neşelisin, bahçeler sofralar bereketli, misafirlerin bol. Bu yönüyle bu şiir görece neşesiz, antik bir trajedinin sesi duyuluyor. Bu bakımdan daha dövüşgen. Bahçende gezerken rindanesin ve hatta yer yer diyonisosçu. yazarken de öyle miydin? Bu şiirlerin üste belirlediğimiz spektrumun nerelerinde durdukları, yazılım süreçlerinin çetinliğine işaret ediyor mu? Basitçe sorarsam: karanfilköy zevkli ve daha az çetin, ormanları hayvanlardan ise daha sancılı ve yorucu süreçlerde mi yazıldı? İçinde bulunduğun halleri değil bizzat yazım süreçlerinin niteliğini merak ediyorum.

Timbuktu kronolojik olarak dosyanın son şiiri. Hatta dosya bitikten sonra yazıldı. Orada görkemli ve mülhem imgelerden ziyade, biraz daha harita metod var, kusursuzluk kaygısı var. Bu anlamda haklısın. Dionizyak gibi görünen, belki öyle olmaya yeltenen ama aslında öyle olmayan/olamayan bir şiir. Harita metod değil, hatta harita. Bir dünya haritasına bakarak bu antik kente nasıl gidilir ve nasıl gidersem komik durmayız okuyucunun gözünde, onu dahi düşündüm. Seramik ise tam anlamıyla Dionizyak bir şiir. Doğrudur, Seramik'i yazarken -tam anlamıyla şiir yazıcısı için bir esrimeye inanmasam da, esridiğim/esrimenin imkanlarına yaslandığım bir şiirdi. Çevresel imkanlar açısından da (müzik - bilhassa 60'lar rock, Byrds, Yardbirds, Vanilla Fudge, Doors, Zombies, Turtles, Santana vb.; mebzul miktarda müskirat kullanımı, nadiren kullandığım bazı müskiratın kullanımına heves vb.) bunu tasdik edebilirim. Dolayısıyla, zevkperest ve daha az çetin. Ormanları ise belki kitabın kapak şiiri olduğu için, kusursuzluğuna uğraştığım - dolayısıyla, işlerin çetinleştiği; üstünde defaten düşündüğüm, defaten değiştirdiğim bir şiir. Seramik - ya da senin kısaltman daha güzel Karanfilköy ise tam tersi değerleri temsil ediyor. Karanfilköy'e gelirsek bir kez daha.. Yıllar önce askerden ilk geldiğimde Beşiktaş'ta emlakçılık yaptığım bir dönem vardı. "Hepimiz emlakçıydık, Beşiktaş'ta" diyordum, Sağcılık'ta. Öyle yaz akşamlarından birinde, Karanfilköy'de bir bahçe katını gezerken ya da potansiyel alıcılara gezdirirken içinden geçtiğim ruh halinden şiirin yazıldığı tarihe ve bugüne uzanan bir hat kurulmuştu. Ezcümle, kitaptaki üç kerteriz şiir olarak sayabiliriz bunları. Çok da hoş olur, böyle algılamak.

İ.S: Çevresel imkanlardan söz etin. Buna gelmek istiyordum. İyi ettin. Çevresel imkanlar, dilde kazandığın kıvraklık, şiiri kurarken takındığın rindane tavır… Kaçak şiirlerin, okuru şiddetle kendine çekiyor. Çok davetkarlar ve görece az emek talep ediyorlar. Bunu bir sakınca olarak görüyor musun? Bir de şu var: bu şiirler için Ufuk Akbal’ın alameti farikaları demek mümkün ve eminim ki bu şiirlerden yazmayı (kaçınılmaz olarak) sürdüreceksin. Mazotunun tükenmesinden korkuyor musun? Okurunun bir gün bu sofralardan sıkılabileceği ihtimali aklına geliyor mu?

Benim için her dosyanın son buluşuyla bir şiir evresi kapanmış oluyor. Ormanları kapattıktan sonra bir dize bile yazmadım/yazamadım. Yanı sıra, yeni bir dosyayı yeni bir deney olarak algılıyorum, asla bir devam olarak değil. Ancak haklısın, bu ve benzeri şiirler, bir şekilde benim poetikam içerisinde var olmayı sürdürecekler. Gücü, sizin takdir etiğiniz şekliyle, kolay tüketilebilirliği, içine çekebilirliği okuru, benim açımdan da daha kolay intibak edilebilir bir performans yaratıyor. Dolayısıyla, bu şiirler tükenirse ne olur diye bir endişem yok. Aksine, bu şiirlerin tükendiği durumda, ne yazabilirim'in arayışındayım. Bir de, tabi ilk dizenin ilhamla gelmesine inanan biri olarak da, böyle bir endişeye kapılmış değilim. Okurun sıkılma hakkı hep var, bunu gözetiyorum. Ancak, dediğim gibi bunu yöneten, en başta kendi sıkılma hakkım. Kendim sıkıldığım bir şeyi başta, okura ben sunmam. Şu anda da eski deneylerimden sıkılmış gözüküyorum.

İ.S: Kaçak şiirleri ilk kitabına yakın konumlandırırsak dövüşgen şiirleri (spektrumda o.h.’a yakın duranları) bu arayışın neticesi olarak görmek durumundayım. Form bakımından da yeni yollara girdiğin şiirler bunlar. Hemen göze çarpan yenilikler şiirlerin hacimleri ve dize uzunlukları. Bahçe dışına çıkmanın güçlüklerinden mi kaynaklandı bu seçimler yoksa dert mi söyletti? Bir de yeri gelmişken: genel olarak bir şiirin uzunluğu müsbet ya da menfi bir şey ifade eder mi senin için?

Metraj benim için önem arz etmiyor. Ancak, metraj şu fikri verebilir; harita metodun daha fazla devreye girdiği bir soluk süresi. Dolayısıyla, orada "inşa" açısından daha çok bir debelenme halinden bahsedebiliriz. Yani dert ile metraj arasında bir ilişki olduğunu düşünmüyorum.

İ.S: Ormanları hayvanlardan'a yatık şiirlere geçeceğim ancak fırsat varken sorayım hemen. Bu "debelenme" süreçleri nasıl yürüyor? Yani Ufuk Akbal’ın şiir çalışmalarının kaba hatları neler? Karanfilköy gibi şiirler kolay dökülürken "diğer" şiirler nasıl yazılıyor; biraz anlatır mısın? Bir de ilk dizenin ilham edilişinden söz ettin. Bu tip bir iki tecrübeni aktarman mümkün mü?

Gündelik hayatın içerisinden bir iki güçlü imaj iner ve hızla dizeleşir. Sonra ilişikli olarak başka kuvvetli dizeler gelir. Bunlar ilk anda birbirleri ile ardışık diyebileceğimiz dizeler değildir. Bu süreç tamamlandığında, mülhem olan durulduğunda, ortadaki "yığını" dikmek işi kalır. Burada harita metod devreye girer. Müzik, o esnada okunan ya da daha önce okunmuş kitaplardan güçlü alıntılar, gündelik hayatın imajları, evvelki kırıklıklar, coşkular.. ve konu iyiden iyiye bir bütünlük kazandığında ise artık estetizasyon/rafinasyon ve engellenemez bir kusursuzlaştırma girişimi. Kusursuz asla değil ama bu yönde bir girişim. Tabi bu konuştuklarım bu yöndeki şiirler için. Örnek olarak İbadullah ve Patronaj’ın yazım serüvenleri böyle gelişti. Diğer yandan, Karanfilköy gibi şiirlerin görece daha kolay dökülmesi, onlarda sürecin buna benzer işlemediği kanısı uyandırmasın. Sadece motifler, hareketler ve ardışıklık ilişkisi aynı değil. Ya da bir yerde kusursuzluk arayışı bitiyor, o dionizyak iklimin gücü maksimine varmış oluyor. Ya da, yine en azından bana öyle geliyor.


İ.S: Yaptığım(ız) ayrımın şiir içeriğine bakan tarafarını biraz da ibadullah ve patronaj şiirleri dolayında kovalayalım istiyorum. Öncelikle İbadullah! İnsanın "çakıldığı" yerde, tüm çarpışmaların kaçınılmaz olarak çiftlerin çelikten çarşaflarının altına rücu ettiğini mi söylüyorsun?

Bu da boyutlardan biri evet. Bizler ortasına atılıverdiğimiz/fırlatılıverdiğimiz/çakıldığımız/ çakılakaldığımız şu yerde, ebedi ya da kısmi bir partnerlik müessesesinin kapısından adımımızı da atmış oluyoruz. Kavuşmak ve kavuşamamak spekülasyonunun ötesinde bir şey bu dediğim. Bu bir çarpışma olarak tarif edilebilir. Çok şiddetli ya da ağır çekim. Ve akabinde bir yeni evren icadı. Allah'ın sadece iki kuluna yer olan. Dolayısıyla, bir zaman sonra kendi yaratıcılarını, kendi kaidelerini esneten bir durumdan/bundan sonraki tüm tanımların bu motiften esinlenerek oluşturulacağı bir nizamdan bahsediyorum.

İ.S: Bunların yanında bir de herkes kendi olric'ini keşfediyor memleketimizde. Bir berkitilmiş söz ''bereketi'' yaşıyoruz. Karanfilköy'e biraz da bundan mı kaçıyor Akbal?

İnsan kendi şiirinde dahiyane buluşlar arar mı? Bence, insan kendi şiirine dahiyane ya da rindane ya da dionizyak ama ille de buluşlar katmak ister. Bu Olric meselesi de böyle, aslında. Memlekette son 5 yılda herkes kendi gardolabını, devlet - millet el ele açtı/ açıyor. Diğer yandan, herkes kendi Olric'ini ama aslında başkalarının keşfettiği Olric'e bakarak ve kendi Olric'i için hiza alarak, keşfediyor. Twitter bunun zirvesi. Ama ne yazık, herkesin Olric'i aslında birbirine benziyor. Belki Oğuz Atay'ın da dediği buydu. Buradan da "berkitilmiş" bir söz yığınından gayrısı çıkar mı ki, çıkmıyor? Az zekice bulduğumuzu da hızla dolaşıma sokmalıyız ki, aksi türlü rahat edemeyiz. İşte, tam da işaret etiğin gibi, Olric'ler yığınına karşı, Karanfilköy bir anti-tezin temsili oluyor bende. Oraya kaçıyor muyum, işte bundan emin değilim. Oraya kaçmak istiyorum, bazen kendimden bile kaçırıyorum ama orayı.

İ.S: Patronaja gelelim. Hatıra kazıları şiirinde çok yer buluyor. Patronaj'da da pek çok sahne sunuyorsun bize. Bu hatıra ''klipleri'' nasıl diziliyorlar böyle ardı sıra? Ve bu hatıralar ne kadar sahih, ne kadarı karanfilköycül inşa? Ben en azından küçükçekmecede enfiye çekmediğimizi biliyorum. yoksa çektik mi?

Hatıra kazısı/ hatıra arkeolojisi çok yerinde bir tabir. Evet, çok belirleyici bir unsur hatıralar. "Yegane tarihin, kişisel tarih olduğu" bir anlayışa yaslanmak, biraz Benjamincilik, biraz Proust ve Tanpınar. Yengeç burcu sinematografisi. Bir makro hikayeyi bana başarıyla, vukufiyetle anlatıramayacak olan, sürekli içeriye sızacak olan şey bu. Bunun mekaniğini anlatmakta güçlük yaşayabilirim. 

Baştaki sorunuza verdiğim cevaba dönmek lazım, belki de. Bir şiirin yazım sürecini anlatırken, "gündelik hayatın içerisinden bir iki güçlü imaj iner ve hızla dizeleşir. Sonra ilişikli olarak başka kuvvetli dizeler gelir. Bunlar ilk anda birbirleri ile ardışık diyebileceğimiz dizeler değildir. Bu süreç tamamlandığında, mülhem olan durulduğunda, ortadaki "yığını" dikmek işi kalır. Burada harita metod devreye girer. Müzik, o esnada okunan ya da daha önce okunmuş kitaplardan güçlü alıntılar, gündelik hayatın imajları, evvelki kırıklıklar, coşkular.. " demiştim. İşte burada hatıraları eklemek gerekiyor. Majör, hata eski bir rağfikle çok sevdiğimiz bir kavrama başvurursak, "grand majör" olarak.. Bu hatıralarda sahihlik de tıpkı bu süreç gibidir. İlham sahih olandan başlar, Karanfilköycül olana doğru gider.. En sonunda "ikimize güzel bir mintan diktirdiğimizde", dikilen şey ikimize de tanıdık gelecektir. Belki rengi, belki bezi, belki kokusu.. Enfiye çekmek meselesi bunun nazik bir örneği. İkimiz birden fazla Küçükçekmece kıyısındaki kahvelerde buluştuk. Çay, kahve, tütün içtik. Ama tarihten bir uzak akraba imge ile buluşturulmaya müsait anlardı bunlar. Gel gör ki, şiir vücuda geldiğinde çoktan enfiye çekiyor olmuştuk.


İ.S: Şiirin son bölümüne bakalım biraz da; bebek ekonomisine! İlk ve son kıtalar çok duru ve çarpıcı. Eski şiir soruşturmalarında kullanılan bir ''ozan'' tabiri var. Bana hep yaz meltemlerini ve denizi çağrıştırır. Senin bu duruluğu tedris etiğin bir yer var mı? Mekanlar ve şairler? Bir de kız babası olmak daha mı yakışır şaire?

Hikmetinden sual etmiyoruz ama ben de hep böyle tahayyül etmiş ve kendime yakıştırmışımdır. Siz, sevgili şairim için de niyazım o'dur. Ne mutlu bana bu dize size bir ozanın dilinden döküldüğü hissiyatını iletebildiyse. Geç ayırdına vardığım ve "hat üzre kalmak" istediğim yer, sadelik. Sadece kelime ekonomisi ya da şiir mekaniği açısından değil, hayatın her alanında. Daha nasıl sadeleşebiliriz sorusunun peşinde giderek ve bagajdan daha neler atabileceğimizin/ nelerimize kıyabileceğimizin tartısını yaparak. Şiirlerim, hasbelkader bunu hissetirebildiyse, mutlu olurum. Arzu'nun da en sevdiği şiir, bu. Benimse belki en iyi bulduğum değil ama her okuduğumda en çok hislendiğim şiir, kesinlikle bu. Çevremdeki tüm anne-babaların içlerini titretti, burunlarını sızlattı. Şairlere gelirsek, bu duruluk, yaz akşamları, meltem ve daha birçok imgeyi dizebileceğimiz yere, elbet de, İlhan Berk'i başa yazmalı. Sina Akyol, Alova, Güven Turan'ın "Karanlık Gezinti" şiiri; "Gidelim yeniden yaşamaya başlayınca/ Deniz yeniden yaşamaya başlayınca kıyılarda/ kıyıda bağlanınca sis düdüklerine, sis..". Enis Batur'un "Ortak Bir Işık Şiiri".. Samih Rifat'ın önce "Ada"sı, sonra Herakleitos çevirileri.. Seferis'in şiirleri.. O koca umman Levent Yılmaz'ın "Afrika"sı.. Cevat Çapan.. Hissediyorum, bazıları bıyık altından gülüyor ama vaziyetim bu. Osman Konuk benim şiirim için "Soğuk-İskandinavik" demişti, meâlen. Bense hep Egeli ve sıcak bir şiiri okudum, sevdim.

İ.S: Sadelik arayışıyla hatıra arkeolojisi ya da karanfilköycülük arasında bir gerilim mi bekliyor bizi ufukta? Dosya sonrası nekahetinde/rehavetinde olduğunu söyledin ancak şiirinin gidişatı için kafanda olası haritalar ve metodlar kurulmakta mı? Peki ya somut planlar; yeni bir yayın, kitapların yeni baskıları? İştahın nasıl?

Gadamer’in meşhur kavramıyla söylersek, bilakis, "ufukların kaynaşmasını" yani bu iki taraf arasında daimi ve karşılıklı bir konuşmanın sürüp gitmesini bekleyiniz, diyebilirim. İlhamın rolünü ama ilhama da bir ön hazırlık olduğunu teslim edersek eğer, şu an kuluçka aşamasında olduğunu söyleyebilirim, şiirimin. Daha da sade, belki rahatsız edici derecede sade bir şiir olabilir. Ancak, bazen eleştiri düzeyine varan "kültürcü" ya da bu söyleşide de dile getirdiğimiz zahmet isteyen damarı bırakabilir miyim, emin değilim. Hissediyorum, kısa süre içerisinde kapımızı tıklatacaktır. Bu kast ettiğim sadelik minvalinde elbete 2019'un ilk aylarında yeni bir şiir kitabı düşünüyorum.

Diğer yandan, mevcut durumda DÇY'den hem "Ormanları Hayvanlardan"ın hem de "Sağcılık"ın 2. baskılarının çıkmasını bekliyoruz. İkisi bir tasarımsal bütünlüğe sahip olacaklar. Artık ikisine erişilemediği düşünüldüğünde de, özellikle hala talep edenleri görünce, okuyucuya da kolaylık olacaktır. Bir de, hep hayal etiğim 15 yıla yayılan blogdaki ve çeşitli dergilerdeki deneme-yazılardan en iyilerinin, yenilerinin de eklenmesiyle "kitaplaştırılması" projesi var. Bir Ferdi Özbeğen kitabı da tasarlıyoruz, bu vesileyle kitabın yoğun paydaşlarına duyurayım. Bunların çıkması, yeni projeyi de tetikleyecek, iştahımı artıracaktır. Ama şu an soruyorsan, yani Ramazan'ın 15’inci günü itibari ile, düşük enerjiden mütevellit, bunların hepsi birer uzak hayal.

A.Ö: Halid söyleşinin birinci kısmında iki kitabının arasındaki farka, poetik zaviyendeki gelişime/değişime, dünyayı, eşyayı, nasıl algıladığına, kitaplara, şiirin öznesi analitiğine (berisindeki mevziye ve onun beslenme alışkanlığına) odaklandı. Aklımızda pek karanlık bir yer kalmasa da belki izaha muhtaç yerler vardır belki söyleşiye gelen tepkilerle ilgili diyeceğin birkaç şey vardır diyerek söyleşinin bu kısmını birinci kısma yasladık. Söyleşinin birinci kısmına gelen tepkiler nasıl? Çünkü orada özellikle birçok isim zikredip şiiri bilinçli ya da bilinçsiz hadım etiklerini söyledin.

Halid ilk kısımda biraz fazla Türkiye şiir gündemine saplandığımızı, ikinci kısımda sorularıyla şiirimi daha fazla kurcalamak istediğini belirtmişti. Sorduğu sorularla bunu başardı (k) mı? bilmiyorum. Diğer yandan, birinci kısma aldığım tepkinin birçoğunun müspet olduğunu görüyorum. Buna, gerçekten ne dediğini anlamakta zorlandığım, kendilerine fazla gömülmüş, bu nedenle etrafa ilişkinin dozajını kaçıran ve söyleşi sonrası giriştikleri agresyon gösterisiyle, ilk söyleşideki argümanlarımızı doğrulamaktan öteye gitmeyen birkaç saldırgan arkadaşı ve söyleşideki akışı tartışmaya açmak için eski twitlerden kanıtlar sunan ve gerçekten ne demek istediklerini anlamadığım birkaç arkadaşı saymazsak, elbete. Bu arada bunlar oldu diye, hadım edicilerin bu vasfı değişmedi, elbete.

A.Ö: Neyse, bu faslı geçelim, gerçekten gereksiz, bomboş adamlar. Söyleşinin birinci kısmında benimle ilgili birkaç kısımla ilgili bir şeyler söyleyip sonra bir bağlamla şu şehir- taşra meselinin edebiyat ilintisine gelmek istiyorum. Ben dediğin gibi Beyoğlu’nun bir ruhu olduğunu düşünmüyorum. Aksine müzmin bir taşralı olarak Beyoğlu’nun taşranın o kaotik kısmına eklemlenen yerlerine bakınıyorum zaman zaman. Bu da aslında senin, şehrin kocaman bir taşraya döndüğü savını destekler. Sen dokunun daha çok fiziksel zaviyesiyle bir şeyler demişsin ama ben edebiyat mahfilinin şehir-taşra ya da işte merkez-merkez dışılık ayrımının cari durumuyla ilgili düşüncelerini merak ediyorum. Sence taşralılık bütün ülkeyi sardı mı? Bu ayrımın yeri sosyal medya denen şeyle sarsılmış mıdır dersin? Bizi bir sergiden mahrum eden şey de hologram teknolojisiyle yarın ortadan kalkacaksa ve her yer de taşralaşıyorsa yani?

Taşra etkisi şüphe yok, bütün ülkeyi sarmış gözüküyor. Siyasi iktidarın bilinçli bir şekilde bayraktarlığını üstlendiği bir boyutu varsa işin, bir de bu kültürel dönüşümü yeterince yönetememe, yönetme meziyetinden zaten yoksun olma boyutundan kaynaklı bir taşralaşma da var. Twitter ise sandığımızın aksine bunun panzehiri değil, bilakis pekiştiricisi. Twitter, kocaman ve gün geçtikçe genişleyen bir taşra bana kalırsa. Her gün tedavüle sokulan malzemenin kumaşına, o malzemeyi alıp alıp parlatan kifayetsizlerin (her ideolojiden) bu tavırlarını enine boyuna ölçmeden caka satmasına, bir de hiç ne denli gülünç olduklarına bakmasızın kendi aralarında, "ana, baba, kral" vb. kerameti kendinden menkul network'ler kurmalarına bakılırsa, bu taşralaşma derinleşerek sürüyor. Sosyal medyayla ve orada az önce zikretiğim aktörlerle haşır neşir olma yoğunluğunuza bakarsak, belki cevabım sizi incitmiştir. Kusura bakmayınız.

A.Ö: İletişim ve bilgi belge paylaşım hızını da ekleyeceğime sadece sosyal medya demişim ama isabet oldu bu eksik ifade edişim zira şahsımıza bir zaviyenizin de detayını görmüş olduk. Efenim ona sizin netvörkümüze soktuğunuz tabirle melamilik diyelim şimdilik. Üstad özellikle mahfil içre ilişkileriniz nasıldır? Mesela biz biliyoruz ki hadımlıkla suçladığınız birçok isimle bir dönem ilişikte bulunmuşluğunuz kahveler içmişliğiniz, hoş e-postalaşmışlığınız var. Sizde de arkadaşlık ayrı edebiyat ayrı mıdır? Sizinle arefenin görülüp bayramın görülmeme olasılığı nedir? Eski Dostlar Mezarlığınızın durumu nedir yani?

Birinci söyleşiye gelen tepkilerden biri şuydu: "ben çok iyi hatırlıyorum ki, o falanca kişiciyim" diye bağırmıştı. Böyle bir kriter olabilir mi sizce? Siz de beni bunla mı suçluyorsunuz? Doğru vardır, bugün kahve içtiğim sizi, yarın hadımcılıkla suçlayabilirim. Bu neden kişinin bir hadımcıya dönüşmesi üzerinden değil de, benim kahve içmem ya da bir zamanlar sevmiş olmam üzerinden görülen bir hesaba dönüşüyor, onu anlamıyorum.

A.Ö: Estağfurullah suçlamak yok. Sadece ayrım var mı yok mu diye merak etmiştim görünen o ki varmış. Kısacası melamiliğe edebiyata yer yok diyorsunuz, eyvallah. Olması gereken de budur galiba. Biz çatamadık bu simetriyi çoğu mağduriyetimiz de bu sebeptendir zaten.

Şöyle derinleştireyim o halde. Ben kimseyi doğru simetriyi kurgulamamış olmakla asla suçlamadım, suçlayamam. Benim kastım daha ziyade, özellikle son yıllarda olgunlaşan, kirden pastan kaçma tavrıdır. Benim için bayat olan o figür sizin için hala canlı, sıcak ve davetkar ise buna benim diyebileceğim bir şey olamaz. Farz-ı misal, sizin için canlı, dinamik ve davetkar olan Çün, Nepal, Natama, Fin, Şerhh çevresinde kümelenmiş insanlar sizin için bu nevdendir, benim içinse değildir. Buna ne diyebiliriz ki..?

A.Ö: Saydıklarınızın etrafında o nevden atfetiğimiz cemaat bir hayli cılızlaşmıştır. Kirlenmek üzre ise ne desek romantik kaçacak. onun çün bu bahsin bence varacağı bir yer yok şimdilik. Galiba Halid’in dediği şu mahfilin acınılası durumu rehabilite edilmediği sürece bu aramızdakine benzer uçsuz diyaloglar sürer gider. Peki siz bu rehabilitasyonu gerekli görür müsünüz? Gerekli ise nereden başlanmalı? Şu eleştiri dediğimiz şeyin mi sırtına yüklenmeli yoksa daha minör vasıtaların mı? Enis Akın’ın Natama’nın yeni dönemi için dediği (ya da şart koştuğu) “her şair şiir yazısı yazmalı” (şiir yazısı yazmayanın şiiri yayımlanmayacak) düsturu için ne dersin? Bir eleştirmen ordusu tehlikesiyle karşı karşıya değil miyiz sence de?

Rehabilitasyona gerek var, bence de. Kısa sürede gerçekleşmesi ise güç. Başlanacağı yer hakkında fikrim yok. Enis Akın'ın girişimi anlamlı gözüküyor ancak "şart koşma" durumu dediğin türden bir orduyu gündeme getirebilir. Hâli hazırda yokmuş gibi, Natama’da şiiri yayınlansın diye bir sürü empresyonist eleştirmenimiz olacaktır. Üzülerek söylemek gerekirse, bu politikanın devreye alındığı ilk sayıda benim edindiğim izlenim de biraz bu yönde oldu. Ha diyeceksiniz ki, sayın Akın bunu bir temrin süreci olarak görüyor olabilir. Biz okur olarak bunu istemeyebiliriz ama şu açıdan haklı, edebiyat dergileri bunun için var. Kendi içinde bir seleksiyona uğrayacaktır.

Tezgah Fanzin 13, Haziran 2018.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.