Halid Metin: Yeni kitabın Ormanları Hayvanlardan Dünyadan Çıkış Yayınları tarafından dolaşıma sokuldu. Kitap üzerinden ilerleyerek bir yolu tepmek niyetindeyim fakat müsaaden olursa sıklıkla "yoldan çıkarak". Şöyle başlayalım dilersen: Kitabı elimize alalım. Kitap: bir nesne yahut bir materyal. Bir nesne olarak kitap ile ilişkin nasıldır? Örneğin kitap biriktirir misin, e-book'lara nasıl bakarsın, kitap okuma "eylemi"ne yaklaşımın nasıldır? Ve elbette, özel olarak, bu kitabı, ikinci kitabını eline aldığında ne düşündün, hissettin?
Ufuk Akbal: Şüphesiz, bir nesne olarak kitabın vaat ettiği başta selüloz kokusunun, ergonomik tecrübelerin, değişik mekan ve zamanlardaki eşlikçiliğinin iflah olmaz bir müptelasıyım. Ancak, kitap biriktirmeye gelince aynı iştahlı cümlelere başvuramıyorum. Üzülerek söylemek gerekirse, hiçbir zaman görkemli bir kütüphanem olmadı. Sistemli bir biriktirmeden ziyade, çeşitli zamanlarda çeşitli vesilelerle aldıklarım, başucu kitaplarım ve diğer kitaplar bir şekilde birikerek en sonunda bir yığın oluşturdular ve kütüphane satın alma ihtiyacını tetiklediler. Okuduğum birçok kitabı belediye ya da üniversite kütüphane raflarına geri bıraktım. Bir de arkadaşlarımdan ödünç aldığım da çok kitap oldu. Bunlara ilişkin temellük etme kaygım hiç olmadı. Sonrasında internetten sayıları 3,000'e varan ve ölene kadar yüzde kaçını okuyacağımı merak ettiğim pdf'leri biriktirme iptilası baş göstermeye başlayınca, zaten cılız olan bu kaygı iyiden iyiye kayboldu. Ne hazin ki, "hep kenara attığım” bu pdf'lere ne etraflıca girişebildim ne de onları okuyabileceğim en doğru elektronik cihazı seçebildim.
İkinci kitaba gelince, butik yayıncılıkla ilgili duruşunu önemsediğim Dünyadan Çıkış Yayınları’na duyduğum yüksek güven endişelerimi dengelese de, elime aldığım son ana kadar yolunu merakla beklediğim bir kitap oldu.
İlk kitaptan bu yana geçen 4 yıllık sürenin ürünü olan ve sofradan tatminkar bir şekilde kalktığım bu dosyaya, evirip çevirmeler, uzun süre bir şiiri bile baştan sona okuyamamalarla geçen yaklaşık bir hafta sonunda, bir yerinden başlama cesaretini buldum ve okumaya koyuldum. Sonuçtan elbette ziyadesiyle memnunum ve evin içinde her rastladığımda aynı tatmin duygusu ve neşeyle doluyorum. Bu vesileyle, içime bunca sinen bu işi okuyucuyla buluşturan kıymetli yayıncım Nazmi Cihan Beken Beğ'e ve DÇY ekibine şükranlarımı sunuyorum.
Halid Metin: Kitabı açtığımızda hakkında kısa bir tanıtım görüyoruz. Kitaba geçmeden burada genişletmek istediğim iki nokta var. İstanbul doğumlusun. Sağcılık Şiirleri'nde de yoğun bir şekilde İstanbul'un “merkezi”ndeki çeşitli yerler anılıyordu ve fakat "ben taşrasıyım İstanbul'un" diyordun. Bu şehir senin için ne ifade etmekte? İkinci noktaysa şu: Tahsilin olan sosyoloji ve kültürel incelemeler alanının şiirinde yahut gündelik yaşamında radikal bir biçimde belirleyici olduğunu düşünüyor musun? Bu alanlarla halen bir bağın var mı?
Ufuk Akbal: Baba tarafından 200 yıla yakın bir İstanbul - Balatlılık var ancak 7 yıla yakındır Beylikdüzü, Beykent'te oturuyorum yani şehrin taşrasında. Sık sık bazılarını, burayı Roma'nın mirasçısı sanan ve kısa süre içerisinde tenzil-i rütbeye uğrattıklarımızı "kanatmak için" kullanıyorum, şu şehrin taşrası meselesini. Öte yandan, şehrin kendisi koskoca bir taşraya dönünce zaten bu ayrımın da bir anlamı kalmıyor. Bir fiziksel uzaklığa geriliyor her şey. Ben de her gün buradan Mecidiyeköy'e işe gidiyor, aynı disiplinle ve şehir denen şeyle, asgari temasla geri geliyorum. Şehir, şehirlilik, yitik zaman meselelerine girmeyeceğim. Zaten, biz sahne aldığımızda şehir çoktan bayır aşağı gitmeye başlamıştı. Elbette, bir koku, bir tat, camlara vuran bir akşam güneşi beni birkaç saniyeliğine yakalıyor.
Yarı uykulu Haliç Köprüsü'nden yarımadaya, kadrajın içerisine girenler - güzel, bu kadar. Birkaç saniye. Ancak buradan büyük romanslar türetmiyorum; "Fatih'lerin, Eyüp'lerin şehri, Boğazsız yapamam, akşam arkadaşlarla Beyoğlu’ndayız" falan. Beyoğlu mu kaldı? Orayı “Roma sanan” ve bir ruhu olduğunu farz eden Rüşdü Paşa, Ape, Cihat Duman ve Nazım Hikmet Richard Dikbaş dışında önemseyeni kaldığını zannetmiyorum. İşte bu yüzden, şehrin merkeziyle her geçen gün daha az ilişkiye geçiyor; bu baş aşağı gidişin sembolü olan Beyoğlu'ndan tabir-i caizse tiksiniyorum; "Burger King'in önü kanserli yağ, beş kat makyaj ve yıkanmamış göt kokuyor".
Kadıköy, Üsküdar, Beşiktaş vs. her gün benim için daha az şey ifade ediyor. Birer imaj, birer koku olarak sakladıklarıma "hala duruyorlar mı?" diye her baktığımda daha da huzursuz edici sonuçlarla karşılaştığımdan, bu teşebbüslerimden de vazgeçtim. Ne mutlu ki bana, şehrin çöküşünü, Beykent’teki balkonumda Marmara Gold içerek büyük bir lezzetle izliyorum. Sosyoloji ve kültürel incelemelere gelirsek; bittabi belirleyici ancak eskiden bizatihi desen olarak şiire sızıyordu, zaman içerisinde yorucu gelmeye başladı. Birkaç da şık uyarı aldım, bu nedenle artık diplerde bir yerlerde dolaşıyor, desenleri besliyor. Bu alanları merkezi, disipline edici enstrümanlar olarak kullanmıyorum. Kullanmayı da talihsizlik addediyorum.
Halid Metin: İlk kitabın babana ithaf edilmişti. Bu ise eşin ve kızına. Psikolojizmi fazla sevmezsin, biliyorum fakat yaşamındaki fazlara kerterizler bırakıyor sanki bu kitaplar. Öyleyse nasıl okuyalım bu geçişi?
Ufuk Akbal: 2013'te ilk kitabı çıkardığımda babamı kaybedeli 3 yıl olmuştu. Ben Türk erkeklerinin büyük kısmına damgasını vuran baba mağduriyetini, şükür ki, hafif sıyrıklarla atlattığımı düşünenlerdenim. Onun fiziksel varlığı yokken de, yön verdiği hareketlerimin asgari düzeyde kalmasına özen gösteriyorum. Baba; burun sızısı ve reddedilemez deneyim yumağı. Max Jacob, “Genç Şaire Öğütlerde” erkek adam tanımı yapmış, Salah Birsel çevirisiyle; “bir duygu fundalığı olmalı" diyor. Kabul, ama babasız yapamayanlar ve mutlak baba reddedicilerinin (ki onlar da babasız yapamaz) arasında kafa selameti içeren bir konum yakalamaya çalıştım, çalışıyorum. İlk kitap - bir dosya kapanırken, bir dönem de kapanmıştı. Bu nedenle ithaf adresi başka biri olamazdı. Yeni kitabın arka kapağına alacak kadar beni etkileyen dizeler ise kızımla ilgili olanlar. Dolayısıyla, yeni bir faza geçtiğimizi söyleyebilirim. Tüm hayatımı sarıp sarmalayan, beni kökten değiştirdiğine/değiştireceğine inandığım bu yeni oyuncuya ithaf da kaçınılmazdı. Ve elbette, Arzu. O her ne kadar hakkını yediğimi iddia etse de, gözümün önünde her gün birden fazla kez inşa ettiği ve ben Homo Ludens’i de içine dahil ettiği bu oyunla, ithafın kaçınılmaz adresi oldu.
Halid Metin: Tek tek şiirlere geçmeden kitabın bütünü hakkında önceleyici bir soru olarak şunu sormak istiyorum: Sağcılık Şiirleri'nin ikinci şiirindeki "şiir önermelerle yazılır" önermesinden büyük oranda vazgeçtiğini söyleyebilir miyiz? Eğer öyleyse buna sebep olan berideki değişimlerden söz edebilir misin?
Ufuk Akbal: Vazgeçişin sertliğini yeterince tahlil edemiyor olabilirim ama vazgeçtiğimi söyleyebilirim. Şiir o zaman hem önermelerle yazılacağını düşündüğüm hem de önermelerle yazdığım bir şeydi. O zamanda bu yana hayata bakışım yumuşamış olmalı. Daha az şeyi, daha az keskinlikle öneriyorum sanırım. Ya da öneriyorum ama kabul etmezseniz de hava hoş. İşte bu kitapta önermelerin sahneyi başka aktörlere bıraktığını görüyorum. Yine, o zaman ironik-politik olarak ifade ettiğim derinin de değiştiğini. Elbet, ironi sahneden büsbütün kalkmadı ama artık merkezde yer almıyor. Bugün hala aynı deriyle yazdığımı düşünen ve çok yakınımda olan arkadaşların varlığı şaşırtıcı. Bu son dosya 3,5 senenin ürünü ve neredeyse hepsi dergilerde yayımlandı. Demek ki ve şaşırtıcı olmayan bir şekilde, en yakınımdakilerce dahi okunmadı.
Halid Metin: Bu işaret ettiğin durum herkesin ilendiği, etrafında dönüp durduğu fakat kavrayamadığı ya da çözüm geliştiremediği bir sorun. Şunu demek istiyorum: Şiir okurunun yokluğundan emin artık herkes. Bunun nedeni üzerine de düşünülmüyor. Şiir çevresinin üreticileri ve her birinin etrafındaki birkaç kişilerden ibaret olduğuna kani olundu. Fakat sen bu daracık çevrenin de şiiri okumadığından söz ediyorsun. Sence bu okunmama hali mi yoksa ifade ettiğin üzere bunun artık şaşılmayacak bir şeye dönüşü mü daha korkunç?
Ufuk Akbal: Adanmış çekirdek insanları bir yana bırakıyorum. Bugün dergilere ve fanzinlere ürün göndermiş kişiler, hiç olmadığı kadar hızla edinip, sadece kendi ürünlerini okuyup, diğer içeriği bir yana bırakıyorlar. “İkisi de eşit derecede korkunç” gibi losyonrayiha bir laf etmek isterdim ama bittabii ki, artık aldırış etmememiz daha korkunç.
Halid Metin: Şimdilik buradan ayrılalım fakat şiir ortamı hakkındaki sorulara döneceğiz. Levent Yılmaz'dan uzunca bir alıntıyla açılıyor kitap. Ufuk Akbal'ın şairleri ve kendi şiirinin berisinde gördüğü çizgiyi ayrıca soracağım. Fakat Levent Yılmaz'ın sende başkaca bir yeri var gibi. Hakkında bir atelyeye de öncülük etmiştin. Ne dersin?
Ufuk Akbal: Eski bir rağfik olan Rüşdü Paşa ile çıkarttığımız online gündelik yaşamın estetizasyonu fanzini "Meram: Yeni Yol"da - ki neden bu ismi seçtiğimizin hikayesini fanzinin birinci sayısında bulabilirsiniz (malum, okunmuyoruz - böyle basit bir detayı dahi belki en yakın çevreme 10-15 defa anlattım), Levent Yılmaz'ın "Afrika" kitabı hakkında kes- yapıştır tekniğiyle bir söyleşi atelye gerçekleştirmiştik. Atelyeye Enis Batur, Orhan Koçak, Gültekin Emre, Pakize Barışta, Apemohsen Özüsönmez, Yılmaz Türk ve Rüşdü Paşa katılmışlardı. O dönemde hazretle bu kitabı severek okuduk. Ali Sûha rağfikimiz de bizlerleydi. Kitap ekseninde Konya'ya, Yeni Yol’a gittiydik. Hacimli bir sayıydı. En sonunda metni Levent Yılmaz'a gönderdim. Aldığım cevap “teşekkür ederim" olmuştu. Oysa ki, Levent Yılmaz'ın hakkındaki direkt ve bağlantılı yazılarla birlikte 25 sayfaya varan bir içerikti. Burulmadık desek yalan olur. Oysa ki, aynı sayıda Yavuz Dizdar Hoca’nın 3 yemek tarifine yer vermiştik. Aldığımız cevap yine “teşekkür ederim” olmuştu. Levent Yılmaz, benim yüksek lisansta hocam olurlar. Başta tez danışmanım olmasını isteyip, böyle yola çıktıysak da, yolu tamamlayamamıştık. Neyse, bu olay çok sonrasında oldu da, bir “güzelleme” etkisi yaratmadı. Ancak, tarzındaki ve dünyayı kavrayışındaki yumuşaklık benimkiyle çok benzeştiğinden ve "Afrika"yı da hemen bu süreç içinde okuduğumdan ve rağfiklerimizle birbirimize pasladığımızdan, bir kitap etrafındaki büyülü dönemimiz başlamıştı. Her kitabın bir büyüsü, bir de büyübozumu var. Afrika'nın büyübozumu da şimdi yaşanıyor. Ama bazı rağfiklerimizin dediği gibi "bunda da iş yoktu, siz abarttınız" raddesinde değil elbette. Bana atfedilen böyle bir “siz abarttınız” tavrı hep var. Kaçamıyorum. Nitekim, “Ada ile Brunik” bizde aynı coşkuyu uyandırmadı.
Halid Metin: Sağcılık Şiirleri’nde Sahur Piposu adlı şiirde şöyle diyordun: “keramet bende değil bir şeydedir ama eşyada değil”. Bu dizeyi düşünüyorum. Şöyle mi anlamalıyız? Dışarıda olan yekunda değil de her bir tek parçada, her tekillikte olanı aramak. Böyle mi ve buradan “Ormanları Hayvanlardan”a nasıl bir yol gidiyor, götürülür?
Ufuk Akbal: Sahur Piposu ve ilgili oruç, yaz, Ramazan vb. temayla örülmüş şiirler; 2012 yılının Ramazan’ına tekabül ediyordu. Orada aklımda dolaşıp duran şey şuydu; bu eşya, şeyler, bizim dışımızda ama senle bağı var seni içerebiliyor, sen onu içerebiliyorsun. Ama baktığın zaman herkes için bu tekil tecrübe var. O zaman herkesin eşyası var. Bende değil, eşyada da değil, demek ki o tekil tecrübe edişte. Dizeyi şimdi sen çok daha güzel hatırlatmışsın, bazı dizeler var, onlar yazıldığı anda karşı tarafta uyandırdığı etkiden daha az bir etkiyle yazılıyor. Sonradan o gücü de keşfedebiliyorsun. O an yazdığın bir dize o felsefi çağrışımı içermeyebilir de. Neyse ki, burada ne yaptığımın ayırdındayım. Dolayısıyla bunu karşıma çıkarttığında benim gerçekten çok hoşuma gitti. Benim dışımda, o zaman gerçekten bir dünya arayışı kaygım vardı. O dönem için söylüyorum aslında bu kitapla, Sağcılık’ı ayıran belki ikinci soruyla da birleştirmek için söylüyorum. Ne kadar içeride ne kadar dışarıda kalacağına ilişkin tercihlerin duygu akışlarının tayin ettiği bir durum, bir konjonktür var. O zaman bu çok bariz dışarısını seven; politik figürleri, aksiyonları, ideolojileri, ironiyi çok seven bir kitaptı. Dış dünyayı da avcunun içerisine alma ile ilgili bir kaygı vardı ama bu dış dünya da eşya değil. Ormanları’da daha çok şair, destinasyon ismi geçmesi bunu değiştirmiyor çünkü bu yine kapılar o zaman içeriye açılıyordu şimdi gerçekten dışarıya açılıyor yani. Yani şey vardır kapıyı kapattığında içeride kalan nesnelerle kurulmuş. Orman burası aslında [H.M’nin notu: gövdesini göstererek] hayvanlar bunlar anlatabiliyor muyum?
Halid Metin: Yani benim için önemli olan şey şu burada kerametin eşyada değil şeyde olmasından sanki eşyada olmasına geçilmiş gibi düşünüyordum ben Ormanları Hayvanlardan’a ama sen diyorsun ki başta keramet sende değildi bu kitaptaysa keramet sende?
Ufuk Akbal: Bu kitapta keramet bende. Ama bu kitap bir yüzey kitabı bunda çimen var, ahşap var, ışık var, bunda yer var, çıplak ayak var, aslında eşya kitabı bu baktığımızda. Belki tam tersi bir şey kurulabilir belki senin dediğin doğrudur daha fiziksel bir kitap bu oradaki o hareket kapatma hareketi duygu dünyası ve dışarı açılmama derken içeri kapattığın o şeylerin bir çoğu eşya zaten. Kimileri eşya oluşlarıyla eşya kendinde şeyler var bunların içerisinde, kendi için şeyler var. Bu kapı kapandığında içerde kalan şeylerden söz ediyorum.
Halid Metin: Şeyleri kavramaktan söz ettin Sağcılık’ta, tutmak yani, o tavırdan vazgeçip eşyanın arasında dolaşma diyelim mi ya da şöyle bir oyun yapalım: Şeylerle oynamak yerine oyunu şeyleştirdin bu kitapta?
Ufuk Akbal: O daha oyuncu bir kitap bu daha esrik bir kitap. Orda bariz bir özne var. Dalga geçen belki. Utku Özmakas yumruğu havaya kaldıran ama indirmeyen bir kitap demişti. Bu kitapta yumruk falan yok. Varsa da, benim eşyam, benim tekil tecrübeme gönderiyor. Sizi içermeyebilir ve elbette içerebilir. Bazı rağfiklerimiz biliyorsun o zaman üstümüze bir şey kondurmak istediler. İroni, ironi, ironi. Bu kitapta ona yer yok, ne mutlu.
Halid Metin: Rağfiklerden söz ediyorsun. Dostlar, yoldaşlardan. Elbette düşmanlar da var olmalı. Şiir ortamı küçük ve çok sayıda kamptan müteşekkil bugün. Arkadaş gruplarından. Olanlar ve olmayanları sıralamak güç. Hiçbir zaman güllük gülistanlık olmayan bu yer, ne yazık ki şimdi, tuhaf bir biçimde içindeki herkesin de kabul ettiği üzere, acınası durumda. Biliyorsun bizde yaman bir ad vermemecilik hastalığı var. Hepimiz kime söylendiğini biliyoruz o lafların ama isim zikredilmiyor. Bakalım bu hastalık sende de var mı: Türkçe Şiir’de korkunç suçlar işlendiği aşikar, peki sence kim bu suçlular?
Ufuk Akbal: Bizi ne diye lanse ediyorlar şimdi? 2010’lar kuşağı. Böyle bir bütünlük olmadığını iddia ediyor akranlarımızdan birileri de. Ben bu konuda hiç söz almadım (genelde de bu konularla ilgili söz almıyorum) ama benzer bir şeyler söyleyeceğim. Sözüm önemli mi ki? II. Yeni de biz birbirimizi tanımıyorduk diyor, ama aynı şeyi yazıyormuşuz. Burada bir elin parmağından daha çok adam var, hiçbiri aynı şeyi yazmayan. Ancak, akışlar, kısmi takımlar, bir araya gelişler var. Bu takımları bilinçli ya da bilinçsiz hadım edenler var. Kimisi operasyonun başında, kimisi sadece yazmış, biz bir türlü etkisinden kurtulamıyoruz. Osman Konuk bu hadım edenlerden biri, Ahmet Güntan bu hadım edenlerden biri, Ömer Şişman bu hadım edenlerden biri. Enis Akın hakkında malumat sahibi değilim, o da bunlardan biri midir bilmiyorum. Arslanbenzer bu hadım edenlerden biri, İbrahim Tenekeci bu hadım edenlerden biri. Bu toplu sünnet töreninden sıvışanlar var, şükür, düşün sünnetçinin kendisi bile kaçıyor, çünkü bilmiyor. Sünnet olmak isteyenler var, yetenekçe az olup törenin sonuna kadar kalmak isteyenler var, bir de elbette çay ya da kahve demlendikçe, dibe çöktükçe, etlendikçe butlandıkça bu ağdan kurtulacak olanlar var. Benim özelimde sorarsan, ben sıvışanlardan biriyim, sanıyorum. Birinci kitapta bir İsmet Özel sesi olduğu söyleniyor. Hangimizde yok ki? Olabilir çünkü çok büyük çok kuvvetli bir şair. Ben Özel sesini şiirime dahil etmek istemiyorum deme gibi bir lüksümüz olmadı. Kulağımızın, kalbimizin içerisinde dolaşıyor. Dursun Göksu, “Osman Konuk’u en iyi özümsemiş adam” dedi benim için. Bu lafı söylediğinde, bunda utanacak bir şey yok, ben henüz Osman Konuk şiiriyle tanışmamıştım. Bundan sonra bütün kitaplarını alıp okudum ve yani öyle kuvvetli bir bağ bulamadım. Kendisine de yüz yüze buluştuğumuzda söyledim. Hafızanın oyununa gelmek istemem ama hak verdiğini hatırlıyorum. Öte yandan, Osman Konuk birçok kişide büyük yanlış anlaşılmalara ve şiirsel sapmalara sebebiyet verdi. Okuduktan sonra daha iyi anladım.
Halid Metin: Bence Göksu’nun böyle düşünme sebebi ikinizin şiirinde de sezdiğimiz ‘deha pırıltıları’ olabilir. İroninin, humour’un ciddiyetle yüceltilmesi de, diyebiliriz. Burada açımlama şansım yok elbette bunları fakat kullanılan enstrümanlar bakımından tamamen farklı olduğunu düşünüyorum. Lakin Dursun zeka gördü mü yabancılamasından olsa gerek, ikinizi aynı sepete atmış olabilir. O zaman sormayı düşündüğüm başka bir soru vardı onu araya sıkıştıralım. Şiirinin arkasında nasıl bir çizgi/hat görüyorsun? En baştan?
Ufuk Akbal: Sen biliyorsun, benim obsesif olduğum, bazı şairler ve bazı dönemler var. "Şeker pembesi bir akşam gidip geliyordu/ Bebek sularıyla göğün arasında". Mesela, Seyhan Erözçelik geçmeyen obsesyonlarımdan. Hızlıca söyleyelim. Şöyle: elbette, II. Yeni, İsmet Özel, Turgut Uyar, Seyhan Erözçelik. Bizim taifenin bizim teveccüh etmediği hatta dalga geçtiği, arkadaşlarımızın kanatmak için benim aleyhimde kullandığı “Bademlerden Say Beni”nin mütercimi Cevat Çapan; “Türkçenin yaz şairleri” Alova, Sina Akyol etkileri var. Ne Ettin sen Ülkü Bey?” diye Levent Yılmaz’ın sitem ettiği Ülkü Tamer var. Bursa’da öğrenciyken elimden düşürmediğim İlhan Berk, Ahmet Oktay, Enis Batur, Parçalı Ham Öncesi Güntan, Lale Müldür. Seferis, Ritsos, Montale, Bonnefoy, Char, Cendrars. Bir kısmı Fransızcasından okuyamadığım için hicap duyduğum şairler. “Ceviz kıran saf dostum” Mandelştam var. Rilke, Trakl, Hölderlin. Whitman, Ezra Pound.
Halid Metin: Yeryüzünün bu tarafındaki ve çok berimizde olmayan eski şiirle, şu bildiğimiz adlarıyla divan yada halk şiiriyle aranız nasıl?
Ufuk Akbal: Üstad biz İlhan Berk çizgisini benimsiyoruz yani ses imkanının aktarılabileceğine inanıyoruz, hoşumuza gidiyor. Ama arada mesafe var teknik sınırlarım içerisinde aşmakta başarısız olduğum/olduğumuz. Halk şiirinin de etkisi bana kadar ulaşmışsa, saydığım isimler üzerinden tevarüs etmişimdir. Sadece Anadolu halk şiirini değil, diğer milletlerin halk şiiri geleneklerini de kast ediyorum elbette. Biraz da mahcubiyetle, direkt kendisinden beslenme diye açık bir şeyden bahsedemeyiz herhalde. Yine de İdris Küçükömer’in mezar taşında yazdığı gibi, Yunus efendimizden; “Bilmeyen ne bilsin O’nu, Bilenlere selam olsun!”.
Halid Metin: Senin şiirinin arkasında böyle bir hat var. Şiir yazma niyetiyle biri buraya geldiği zaman berisinde böyle bir hat oluşturmak zorunda ve bigane kalamayacağı muhakkak okuması gereken şeyler var. Bugün yazılanlara baktığımızda hem bu tarihten habersiz hem de onun verimleri üzerine yeni bir verim koymak gibi bir kaygısı olmayan ‘şeyler’ bize yepyeni birer buluşmuş gibi pazarlanıyor. Bir de dar anlamıyla bir cehalet var; orayı yok saymak, bilmemek ve bunla övünmek gibi. Bugün şiir yazmaya kalkışan birinin zorunlu tedrisatı olarak neyi, neleri görürsün?
Ufuk Akbal: Bu soruyu cevaplamaya mezun muyuz bilmem ama madem sorunun muhatabı biziz. O halde cehalet röntgenine kendimizden başlayalım. Halk şiiri, divan şiiri. Çin, Yunan, Roma, Mısır, Hint vb. bütün Antik şiir geleneği. İngiliz şiiri, haikular.. Çünkü şimdi bütün yazılagelen şeylerin hem çok daha erkenden yazılmış en saf versiyonlarına ulaşmak hem de “bu yazdığım iyi hoş da, kerameti kendinden menkul galiba” şüphesini gidermek, hem de acıtıcı şekilde mümkün. Onlar yokmuş gibi davranmayacaksın. Mesela, Platon’dan bize ulaşan az sayıda ve en saf, berrak söyleyişe ulaşmış şiir. “Sana bakmak için gökyüzü olsaydım..” Bütün bunları hatmettin, sonrası var yani senden öncesi. Sanayi devriminden sonra dünya kendinden önceki bin senenin gelişmesini 200 yıl içerisinde yaşadı. Şiiri de böyle düşünebiliriz. Hala, evrende yalnız değilsin. Bunu yapamadığın zaman, senin burada yaptığın şeyin özellikle Türk resim sanatının çok büyük trajedisidir bu. Fransa’ya okumaya gidip yaşanmakta olandan bir önceki akımı Türkiye’ye getirmeleri gibi. Ya da Jön Türklerin, Namık Kemal’in, Marksizm, İngiltere’yi kasıp kavururken ona sırt dönüp, kendi ihtiyaçları olan pratiği milliyetçilikse milliyetçilik vatanperverlikse vatanperverlik. Onu almaları gibi. Biz buralarda bir şeyler yazıyoruz tamamen sezgisel yazıyoruz. Çok az sayıdaki insan dünyayı tarayıp ne var ne yok takip ediyordur. Biz burada sahiden kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz. Ha, farz mı? Şiirin şöyle bir güzelliği var başka türlere nasip edilmemiş. Saydığım beş bin yıllık mirası ıskalasan da çok güzel bir şiir yazabilirsin. Allah nasip etmiştir, ilham etmiştir. Fakat sistematize edilemez; sürdürülemez gibi duruyor.
Halid Metin: Peki şiir dışında zorunlu olarak bu tedrisatta bir alan görüyor musun? Tarih, felsefe, sosyoloji, psikanaliz yahut başka disiplinlerin işaret ettiği alanlar ya da geniş anlamıyla kültürün neresi?
Ufuk Akbal: Sosyoloji okumak mecburiyetinde değil fakat felsefe ve tarih, kültür tarihi okumaktan kaçamaz gibi geliyor bana. Çünkü bu sayede ancak az önce bahsettiğim sürekliliği kavrayabilir. Kendisinin o an yaşadığı deneyimin biricik, müstakil, bir insanoğlunun başına ilk defa gelen bir şey olduğu yani çok özel ve ayrıcalıklı olduğu sapkınlığından sapabilir. Bu ister poetik bir sapkınlık olsun ister cinayete soykırıma kadar götürecek sapkınlık olsun – ki o da poetik sapkınlık kategorisine giriyor zaten. Bundan ancak tarihsel deneyimlerin varlığına yaslanarak, ister döngüsel ister kırılarak isterse bizim inandığımız gibi “kırılarak ve sürekli” bir tarih anlayışına inansın nihayetinde bütün o deneyimi ıskalayarak….kendi bir şey icat ettiğini farz edemez. Bunun için felsefe bagajının da kuvvetli olması gerekiyor. Özellikle şiir bagajının ve kalan edebiyatın diğer türleriyle dünyada bugüne kadar yazılagelen ne varsa…
Halid Metin: Bu cevabınla önceki bir soruyu ilikleyerek yeni bir soru sorup sonra tekrar Ormanları Hayvanlardan’a ve oradaki bazı şiir ve dizelere dönmek istiyorum. Şimdi bu şablonunu çizdiğin beride duran tarihsel birikimi Türkiye’de sağlam bir biçimde alımlayanlardan, alımlama imkanına sahip olanlardan biri olarak yukarıda saydığın hadımcılar ya da kastratörlerden diyelim, Ahmet Güntan’ı anabiliriz.
Ufuk Akbal: Biri de Enis Batur mu diyeceksin…?
Halid Metin: Ha-ha. Onu sonra analım. Şimdi şiirinin niteliğine nerdeyse kimsenin ses etmediği, üzerinde uzlaşıma varılmış şairlerden Güntan ve böyle bir birikimi de haizken (yada biz öyle zannediyorken), sahiden beş para etmez, ipe sapa gelmez, bu bahsettiğiniz zorunlu tedrisattan bihaber ve hiçbir esprisi olmayan şiirleri ve onların kötü bir espri tadında şahsiyetlere sahip şairlerini (benim çok sevdiğim şairlerden biri olan) Ömer Şişman’la el ele verip Türkçe şiirin ortasına saldılar.
Ufuk Akbal: Şimdi biz [ŞB] Ahmet Güntan poetikasını [AGP] iki dönemde hissediyoruz [İDH]. Parçalı ham öncesi ve sonrası. [PHÖ] Ahmet Güntan zaten çok debisi olan şair değil. Uzun süre uzak kalıyor şiirden. Burada ürettikleri düşük debili ama çok güçlü. Sonra ortaya çıkıyor Parçalı Ham. 2010’lar kuşağını başlatan kitaplardan biri olarak kabul ediliyor. Bunu bazı kuşakdaşlarımız (!) da zikrettiler. PH’nın paltosundan çıkmışlar. Bazen kuşakdaşlarımız, konjonktürel olarak çok abartılı ifadeler kullanıyorlar. Bu da onlardan biriydi. Zırva tevil götürmez. Sonra hitap şiirler. Rağfiklerimizce küçümsenme pahasına, çok beğendiğimizi çeşitli mahfillerde ifade ettik. Bu şiirler, 2010’ların kendi lezzetsizliğini ortasından yardı. Ama şimdi son yazılagelen şeyler, özellikle Assolist dergisi etrafında kopan facia olacak şey değil. “şiirgeldikelimedeboğuldu” kitabındaki “beni suçluyorlar, ben şiiri ele geçirecekmişim oysa ben osuruğumla odamda oturan bir adamım” argümanının dayanaksızlığını ortaya çıkartıyor. Evet, bana kalırsa Ahmet Güntan gelip bu şiiri ele geçirmek istedi. Fakat oyuncuların direncinden mi ortamın rehavetinden mi, yoksa Türkiye’de şiir meselesinin inişte olmasından mı neden olduğunu bilmiyorum. Geri püskürtüldü. Konsolide etmeye çalışırken aktörleri atomize etti. Bir yayınevinin etrafında bir kuşağı toplamaya çalışırken tam aksi bir etki oluştu ve herkes bir tarafa dağıldı. Ve, tarihin cilvesine bakın ki, elde kalanların en cılızı, başladığında enfes bir girişim olan 160.km oldu. Yani herkes bir tarafa dağıldı en son kalan malzemenin düştüğü yer ise “Assolist Dergisi” oldu.
Bu benim çok yakın olmadığım ama saygı duyduğum Kontra deneyimi ile Assolist’i karşılaştırabilir miyiz? Bugün, hiç tanışmadığımız bir aktör şunu diyebiliyor; “Halid Metin, Cihat Duman ile Ufuk Akbal’ın ortak mahlasıdır”. Hiçbir kesişmemiz yok, görmedik birbirimizi, sosyal medya dahil hiçbir yerde birbirimiz hakkında bir şey söylemedik, hiç kuyruklarımız değmedi yani ama adam kafasında beni bir yere yazmış. Cihat Duman ile ortak hareket edebilir, ortak mahlas kullanabilir, piyasaya ateş edebilir; işte bu şizoid bir kavrayışa işaret ediyor. Hakaretamiz olsun diye kullanmıyorum, demek ki bir yerlerde bizim o erindiğimiz soruyu soran adamlar var. Bizim işte o hegemonize etme işlemi dediğimiz şey bu. Zaten diğer aktörleri tanıyoruz; Arslanbenzer, Tenekeci tuhaf bulmuyoruz. Gelenek, kültürel iktidar, mevzi savaşları falan. Ama bu adamlar muhtemelen Arslanbenzer’i, Tenekeci’yi bu sebepten eleştiriyorlardır. Şu klişeye saplanmak istemiyorum bakın. Sizin sağda eleştirdiğiniz her şey solda da vardır falan. Böyle sağ sol bu basitlikte ele almak doğru değil. Ape diyor ki, İzdiham’dan kitap basarsan, oraya mahkum olursun. Kitlesi seni bir şekilde alımlar. Farz edelim İzdiham bize uymaz. Natama’nın dili uyar mı? Hazret sana demişti, anımsarsın, o kadar Reisçi dururken neden Gecü’ye saldırdınız, diye? Bu soru mu? İşte, bu nedenle bana en az İzdiham kadar uymayan dil, Natama’nın dili. Gerçekten de atlatılamayan post-Gezi travma, İslamcılarınki zaten sıkıcıydı ama en çok da solunki sıktı. Tuvitize Post-gezi kazanda İsmail Kılıçarslan’la bazı Natamacıları birbirinden ayıran nedir? Bugün 160 ile Natama’yı birbirinden ayıran zerre bir şey yok. Kişiler kavga ediyor. Biliyorsunuz. Bir grup insan Ahmet Güntan’ın etine diş geçirmek isteyen raptor sürüsü gibi saldırıyorlardı. Bir başka grup ise canhıraş bir şekilde savunuyorlardı. Tam bir kör dövüşüydü.
Halid Metin: Hegemonizasyon vs. tamam. Sahiden nitelikli veya dönüştürücü bir şey ortaya koymak için bu hegemonizasyona girmenin belli bir meşruiyeti olacağına inanıyorum. (Sorsan bu cümle dudaklarını uçuklatır) Gelgelelim bununla uğraşırken ortaya çıkan ürünler mezkur tedrisattan o kadar bihaber ve poetik olarak o kadar düşük şeyler ki neden ve nasıl böyle şeyler yapılabiliyor demeden duramıyorum. Benim için akıl almaz olan şey bu. Aslında aklım alıyor da bazı günlere iliklediğim o şiirlerine konduramamaya devam ediyorum. Fakat bu kadarı kâfi.
Ufuk Akbal: Sorunun bütün muhataplarıyla da keşke bir söyleşi yapsak ve sorsak. “Hegemon musunuz?” diye. Buradan bir çağrı yapalım hatta. Biz gelelim kendisine Halid Metin’le ya da beni mahzurlu bulan varsa, seni gönderelim.
Söyleşinin ilk bölümünün sonu …
Tezgah Fanzin 12 - Ocak 2018.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.