“Işığın dokunduğu her şey tutucu bir varoluşa büründü”
I
…Önce ocağa çay koydum. Ödevlerden,görevlerden bahsetmek (ah yine mi Kant?Oysa bilmezler,ne çok severim ben Kant’ı..boşver bilmesinler..) kolay da, bir de o ödevleri layıkı ile yerine getirmek var. Hafif bir gaz kokusunun üzerine yerleştirilen çaydanlık.. Mahler’in Kindertotenlieder’ine dadanmıştım son günlerde. Ece Ayhan bu şarkıları dinlerken ağlarmış.. Çocuk Ölümü Şarkıları yani. Aynı isimle Ece’nin iki de şiiri vardı zaten.
Yaz mutfaklarından yaz salonlarına doğru geçtim. (Mutfaktan salona doğru kimler evrilmez ki, bir düşün!) Hani güneş parkelere vuruyor. Evet, tam ölünecek vakitler. Ölüm bir ödev mi, bilinmez? Nasıl da bilebilirdim, Çocuk Ölümü Şarkıları’nın okuyacağım kitabın fonunda dolaşıp durduğunu.. Bir de Gökçeada’ya bir-iki günlüğüne gittiğim tatilde, kaldığımız otel odasının duvarındaki bir röprodüksiyon: Strachan’ın “Wellford Akşamı”.. İngiliz taşrasının ve anglo-sakson coğrafyasının mağrur hüznü.. sarıya verebildiği kadar geçit veren..yeşilin tutucu tutkusuna garkolmuş.. ölümü çağrıştıran saatler.. Kahramanlarımı düşünürken, onların iç seslerinin toplamından mürekkep böylesi bir romanın içinde gezinirken,aklımda hep Strachan’ın bu peyzajı dolaştı durdu. Bir çiftlik evi. Az ilerisinde Woolf’un itina ile yerleştirdiği okulu hayal etmek güç olmadı.. Odam denize bakıyordu; ”Odam denize baksaydı, intihar özlemim daha fazla olurdu”…
II
Bırakalım bunları bir kenara mı diyorsun yani? Hayır.. bitirmedim..bitmeyecek.. Bırakmayacağım,bunları bir kenara. Bilinçlerin akışı üzerine, izlenimlerin,anların derinliği üzerine tekniğini oturtmuş..evet,basbayağı kurgusu da böyle.. konuşan bir sürü içses.Sanki iletişimsizliğin mutlak acısında kıvrımlanmış,iletişim yollarının son kırıntıları. Acı,kesif-yoğun. O sevmediğim ve kitabı bana veren dostuma da bunu ilettiğim,anglo-sakson dünyası.. handiyse Woolf’le eşiği kırıyor. Beşiktaş’ta bir kahvedeydik.. hızlı hızlı,ürkerek bir paragrafı imlemişti..hayır, imleyemem bir kez daha.. inanmasa da yüreğim kaldırmaz bunu. Bak bir sürü bilincin,doğayı,birbirlerini algılamalarının toplamı dediğim de bu ya.. sanki bizim serüvenimiz de bu değil mi? Bu işte.. hırçınlıkla örülü.
Güzel, cici Percival hiç yok..ama hep var, her daim var. En kolay ele geçirebilecekleri bilinç (öyle sanıyorlar) aslında ne denli uzak onlara.. Susan’ın Jinny ile Louis’i öpüşürken gördüğü sahne.. böğürtlenlerin arasında yumurta arayacak, orada ölecek.. burada, aslında burada. Ben de Bernard’ı sevmedim mi, kendimi özdeşleştirmedim mi yer yer onunla, akış içinde tümcelerin iyeliğini unuturken,nasıl da durmaksızın tanıdım Bernard’ı..
“Eğer doğmuş olsaydım” dedi Bernard,” Bir sözcüğün bir başkasını izlediğini bilmeden;kim bilir,belki de herhangi bir şey olabilirdim.İşte böyle,her yerde ardıllıklar bulduğumdan yalnızlığımın baskısına dayanamıyorum..”
Bence dostum da öyle yapmıştı..her ses acılıydı.acının peşinde koştu.İsimleri kaçırsa da acı ona yol gösterdi.Strachan’ın enfes resmettiği,İngiliz taşrasının acısı..kekre tadı,kösnüle çalan handiyse.Güzel Percival’in ölümüne indirgenmiş acı..orada kristalize,sembolize olmaktan yüksünmeyen. Güzel Percival’le birlikte herkes ölmedi mi? Cesur Neville.. ikizcil Bernard.. kinik Rhoda. Taşranın hüznünü en dolu dolu yaşayan Susan.. Jinny (hani hatırlar mısın,suçları var mı kendisine ilgi duyulanların ve bu ilgiyi geri çevirenlerin demiştik..var mı sence..), Louis’le öpüşen.. Kaçacağım oradan. Böğürtlenlerin yanına gideceğim..Orada öleceğim. Louis’den kaçarak.. banker babasının ağırlığı altında ezilen zeki ve parlak Louis’den.. Yani burada. İstanbul akşamüstünde Mahler dinlerken..
III
Fincanları ardı ardına sıralıyordum. Evet, yer yer kopup gidiyordum. İsimlere yetişemiyordum. İsimleri kaçırıyordum. Ama acı en iyi kılavuz değil miydi? Belki de vicdan (Heidegger’i niye sevdiklerini yeni yeni anlıyorum..) Sen de mi öyle yaptın. Kaçtı elimden, büyük bir hızla yoluna devam etti cümleler. (Tıpkı Londra’ya giren o tren gibi..) Tıpkı kışın bile, hem de soğuk, ıslak ve siyah (simsiyah) akşamlarda iktidardan azade (!) İstanbul derkenarına bir deniz taşıtıyla yanaşmak gibi.. Hatırla; “Doruksu bir estetiğe hazırlıksız yakalanmak.. Böyle demiştim. Sence bütün, evet bütün tümsek ve çukurlara rağmen karaketerler arasında,hep estetiğin acımasızlığına hazırlıksız yakalanmanın devir daimi yok mu? Herkese uğruyor bu acı.. herkese. Zaman geçiyor, büyüyoruz, bizi yalnızlığımıza sürükleyecek trene binmeden aslında salt okuldan değil, birçok şeyden mezun oluyoruz.. (Percival Hindistan’da ölecek sonraları..bunu henüz bilmiyoruz..ölüm o kertede içimizde..)
Ben Bernard’ı tanıdım. Çocuk ölümü şarkılarını tanıdım. Geyik boynuzları tokuşurdu ya seneler sonra.. orada Lale Müldür’ün bir şiirini bile buldum;
“Rüzgâr hediye edilebilseydi eğer
sana rüzgâr hediye etmek
isterdim.sarı yapraklı bir ormanda
iki geyik havaya sıçrayıp
öpüşüyor. boynuzları birbirine
dolanmış, açamıyorlar. sarı yapraklı
bir ormanda. Ata Nur kahve falında
görüyor bunları.”
IV
Sence..ya sence? Bernard’ı tanıdım ama peşinden gitmedim. Bıraktığımda, evet yaşlıydı, kırçıl saçları ve hüzünlü gözleriyle şarabını süzüyordu, esrime provalarına bir son.. bir daha hiç esriyemeyeceğiz? Doğrusunu söylemek gerekirse seni hiç mi hiç aramadım onların arasında. Bir orada bir burada olup, evet hepsine dağılmış parçalarını topluyordun bu romanda.. bu yüzden bu romanı çok beğendin. Neden, neden illaki pek bir sevdiğim adetimi burada gerçekleştirmiyorum; bir karakter takıntısı.. sana, gövdene,ruhuna eklemlenmenin kilidi değil mi bu? Bernard o yüzden aslında ben değilim..parçaların Bernard’da gezindi. Ben kristal gibi baktım mı beni gösteren (ayna değil kristal..çünkü hem bu taraftaydım hem o tarafta..) karakterleri sevmedim mi..
O yüzden ağlıyoruz ve sadece iç ses avcılığına tutuluyoruz.. Gizilliklerdeki seyahatimizi bu yüzden askıya alıyoruz işte. Aralardaki prelüdleri (evet basbayağı müzik yapıyor oralarda Virginia ,güneşi besteliyor..) örnek verelim. Burada doğayla baş edemezlik, onun yarattığı üstün estetikle boy ölçüşemezlik yok mu sence.. Bence iç sesleriyle hikayelerinden enstantaneleri seçtikleri ve onları aktardıkları yerlerden ziyade, hepsi ama hepsi o prelüdlerde ölüyorlardı. Bence burada handiyse Woolf, Mahler’i bile katlıyordu. (Dalga geçiyorlardı, zekice, bazı bazı korktukları anglo-sakson büyüklerle.. çevrelerine dizilmiş.. Viktorya kalıntıları.. Acı daha da dibe çökecek. Tortu gibi.. Daha da dibe..evet..)
..”Bu zorlu ölümün içine- Percival’in ölümüne. Hangisi mutluluk? dedim (çocuğumuz doğmuştu);Hangisi acı?…
*
..Rhoda ve Louis’i terasta ölü külleri kabının başında durur bıraktık.
..Bu ayrı ayrı, evet hepsi ayrı ayrı bilinçlerin ilişkiye geçtikleri bütün bir “aura” ne denli ölgün ve yılgın. Evet bütün yapıtın üzerine ustalıkla serpiştirilmiş büyü aslında ne denli yılgın, büyük-ayrıksı-sanki binlerce yıl uğraşılsa sayfalardan koparılamayacak bir yılgınlık. Anlamı kökünden sarsan,ya da anlamı köklere iyiden iyiye hapseden kalem.. Ulu kalem. Dostumun verdiği andan beri 5 ay kütüphanemden bana bakan kalem. Başka kitaplarla birlikte iade etmek için Beşiktaş’taki kahveye gittiğimde, bir kere daha isteme yüzsüzlüğünde bulunduğum kalem.Ama yine bir rutini ifa etmek için değil mi? Evet,evet,evet..
V
Ama artık değil..Sanıyorsun ki, bilinçler saydamlaşıyor ve birleşiyor. Yanılgının kumpası burada filizleniyor işte. Daha bir muğlaklaşıp,ayrıksılaşıyor,daha bir bucaksızlığa kucak açıyorlar. anki bulunamamak,köklerin en derinine nüfuz etmek için. Merkezde ve çeperde yinelenip duran bir oyun gibi. Saydamlaştı sanıldığında parçalanan ve flûlaşan bilinç ve aslında yegane anlatıcı sanıldığında, çeperde bölünmeye devam eden Bernard. Romanı tasvir ederken dostumun duyduğu heyecan,merkeze evrildi sanıldığı anda,ben romanı okurken çepere savruluyor. Mor kapak,yas,yazarın bol elmacık kemikli (sanki salt elmacık kemiğinden ibaret)fotoğrafı ve ölüm. Üzerine atıldığımız.. Tercüme etmenin de bir başka zorluğu içerdiğini düşünürsek; anlam avına çıkıldığında anlamsızlık duvarına çarpmak.. Ava gidenin avlandığı araf..
Sen sanki bunları bilmiyorsun.. sorun bu.. bilmekle direnmek arasındaymış gibi geliyor bana esas savaş. Bilmek ve bilmemek arasında değil. Dedim ya sana,” niye durup dururken kahraman şehitler yaratalım ki?”. Elbette böyle ama niye durup dururken o kadar ayrıksı olduğumuzu iddia edelim ki? Oradaki 6 adam da aynı.. Farklı olan Percival gibi geldi bana. Hepsi biliyor (acıyı başka başka tanımlasalar da hepsi biliyor acıyı) ama biri direniyor; Percival ya da Bernard..bir seçim yapılacaksa, sanırım bu ikisi arasından yapmalı okuyucu..).
Tümcelerle işim bitti artık..(syf.262)
29 Şubat 2012, İzdiham'da Yayımlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.