I
Nelly Brown o zamanlar bir kuştu. Biz kendimizi onda seyrederdik. Kör topal akşamlara uçardı çok fena. Diyordu ki: İstanbul yedi tepedir. Yedisini de ayrı arşınladım. Bir söz vardır: yokuşsuz şehirden şair çıkmaz. Yokuşlar bize muazzam peyzajlar verir - ayrıntılar vaad eder. Bir kez daha gözden geçirmemiz için dürter bizi, görüntülerden emin olmaklığımızı. O zaman anlarız, Şehzade Mehmed Camii bilmem kaçıncı geçişte kendini ele verir, şehrin güneyindeki kapıdan girmek bir zaferdir şimdi - eski çağları anımsatan. O zaman yad ederiz Olgun Gündüz'ü: biricikliği, özgüllüğü, biricikliğini zamanın.
Sonra deriz ki: Eylül'e yüz tuttu mu zaman, nasıl da hızlı geçer? Ama "yâr" ile girmek Eylül'e eski incinmişliklere çeki düzen verir. Limonlu tüten bir çorbayla karşılamıştım, Eylül yağmurunu. Mercimek olmalı: çok severim. Çok mercimek çorbası içtim. Çok tavuk suyu. O lokantadan bu lokantaya. Bir de "tavuk döneri" reddeden, onun yoldaşlığını küçümseyenlerle kanlı belalıyım. Tavuk döner şehir haritalarının kerterizidir.
II
İşte böyle bir sıcak zamanda, Eminönü iskelesinde bir el dokunuyor: daha sıcak, fena sıcak. Y. babanın sevecen eli. Omzumda. "Kalk buba, bir balık ekmek!" Balıklar ondan, içecekler benden. Çünkü biz gibilerin iktisad yapmaya hakkı vardır. İktisadı küçümseyenleri küçümseyebiliriz. Konuşuyoruz, sarsak ilk 10 dakikayı. Anlaşmışız, ordan oraya, birbirimizi dürte dürte: bizden olan tarih imkanını dürte dürte aslında. O her akşamki Necatigil buluşmaları.
Öğle namazı yaklaşmış: erzak bitiyor, kendimizi Yeni Camii'ye atıyoruz. Uzun sürmüş yapımı çok. İçine giriyoruz, namaza yakın. İpin diğer tarafına geçmiyoruz. Turistlerle oturuyoruz, ilkin. Tuhafsamıyor değiliz, bu durumu. Bizle bizsiz. Onlarla onlarsız. Ama katiyyen kibir değildir, eldeki. Bu yazıyı okuyanlar: inanın bizde kibir yok. Bir adam geliyor, hiddetli: bir turist kadına, "tesettür, burası camii, kilise değil" diyor. Kızıyoruz. Ama yine de gülüşmeler. Y. Baba, "Şerif Mardin diyor, wolk İslam falan.." Zor atıyoruz camiiden kendimizi dışarı. Güvercin istilası,merdivenlere dizili ırkların arasından, Mısır Çarşısına karıştık mı, karada ölüm yok bize? Bir iki dükkan, bir iki ten nöbeti falan.
III
Rüstem Paşa Camii, bir imkandır. Mavi, turkuaz bir imkan. Ellerde birer tesbih. En arkaya oturuyoruz, Yeni Camii'de başlayan namaz burda bitmiş. Çinilere duyulan hayranlığımızla varız artık. Avludan, iki han arası kendini veren has Süleymaniye. Bekle, oraya da geleceğiz. Bıçkın Y. Baba. Bir turist kaçırmıyor, anı. Deklanşör ölümdür. Ama Sontag'dan biliyoruz: hafızasızlık iki kez ölüm. Avluda bir çeşme, bir sabun. Ovalaya ovalaya nasırsız ellerimizi, Tahtakale'ye çıkan kalabalığa bakıyoruz. Bizi bekleyen ara sokaklar, her bir rakım atışı, bir manzara daha şimdi. Usul usul ele geçiriyoruz şehri. Y. Baba bir muzcu görüyor. İki tane 1.5 ytl. Sinan'ın şehir plancılığından bahsetmeye geliyor sıra. Süleymaniye'nin bütüncül geometrisine. En çok burada kendimizi rahat hissediyoruz. Gidip gidip geliyoruz, ipin ötesine. Cam içlerinden boğaza bakıyoruz. Boğaz da bize: biliyoruz. Avlular demek o gün en çok çeşmeler demek oluyor bize. Su ılık aksa da. Sinan'ın türbesi kapalı. Camiilerin tavanlarına kitleniyor gözlerimiz. Başımız dönüyor. Üstümüzde deli bir uysallık.
Sıkı durun size laikliğin tarifini veriyorum: laiklik, Süleymaniye avlusunda dolaşırken, Allah'ın özene bözene yarattığı bir İngiliz kızın endamına, ağulu yerlerine tatlı bakışlar atmak demektir. Bir bakıp yine çekilmek, utanmak ve bakışları, bir Boğaza bir taşın ruhuna göndermek. Nazicane laiklik tanımım bu'dur. Süleymaniye en ruhlu taştır. Üsküdar'a bakıyorum: Ayazma Camii'ne. Seyhan Erözçelik'in şiirini anıyorum. Galata'ya bakıyorum. Karaköy iktisadına. İktisad akıştır, diyorum. İçindem. Y. Baba duymuyor. Biz birbirimize duyuramadıklarımızla da büyürüz.
IV
Sarı sıcağın hükmü geçiyor. Vefa'da. Süleymaniye'den Beyazıt'a çıkan, çeşmeli yollarda. Çınaraltında çay. Y. Baba ödüyor. 7.5 ytl. Kolbaşıcılar deyip gülüyoruz. Çaylar limonlu elbet. Haritalama imkanlarımızı zorluyoruz. Y. Baba, "Balat'a gidelim diyor". Patrikhane'ye. İstanbul'un delileri belgeselinden söz ediyor. Laleli Camii'ne iniyoruz. Ayazma Camii'nin kardeşi. III.Mustafa, yaptırdığı camiilerden birini veliye birini su'ya kaptırmaktan şikayet eder. Laleli Camii sakin. Taşları kararmış. Barok İstanbul. Tahir Ağa'nın sihirli eli. Yan bölmelerde oturuyoruz. Y. Baba tesbihin siyahını alıyor, ben turuncusunu.
Her camiiye ayıracak vaktimiz var. Geriye bakıp, bir şükran hissiyle Laleli kalabalığına karışıyoruz. İşte Elif Büfe: birer tavuklu pideyi, ayinle mideye gömüyoruz. Bol acılı. İki de buzî ayran. 4 ytl. Başta ayaklarımızın ve zihinlerimizin bizi Balat'a atabileceğini sanmıyoruz. Aksaray Valide Sultan Camii. Bayılıyorum, Osmanlı modernleşmesi camiilerine. Bu bir ideolojik tercih değil elbet. Estetik bir arada kalmışlık. Ortaköy Camii'ne benzeyen bu camide oturuyoruz. İçi daha ufak olmakla birlikte, yine mor-mavi renklere bezeli. Sakin. Ordan Aksaray Murat Paşa camii. İstanbul'un ilk camiilerinden. İç mekan özelliğini yitirmiş. Çabuk çıkıyoruz. Yürü yarab, Fatih. Dik yokuşlar bizi Fatih Caddesine çıkarsın diye bekleriz. Y. Baba ile gülüşüyoruz. Eften püften şeyleri güzelleştirebiliyoruz. Fatih Caddesi ana baba yeri. Küçüklüğümün en sevdiği caddelerden. Ruhi'nin çocukluğunun mekanı Ordu caddeleri, şimdi konuşmadığım eski dost Taner'inkiler Ereğli'dir de, benimkisi nasıl Fatih Caddesi olmaz? Y. Baba zihnindeki Fatih imgelerini biliyor. Ben ona "rengarenk Fatih"i gösteriyorum. Beni gezdiren annemdi. Ellerim terliydi falan. O zamanlar akşam erken inerdi. Ve mutfaklar patlıcan kokuyor. Y. Baba Eskişehir'de bir ömrü gidip geliyor: küçüğüz. Ama zaman buluşturur ve etlendirir, oluşu. Şimdi ordayız, ondayız.
V
Fatih Camii'nin avlusuna geldiğimizde komple bitiğiz çoktan. Bir amca fena halde kedibaz. Siz deyin 20 ben diyeyim 30 kedi birden besleniyor. Kıskançlar. Birini sevsen diğeri dert oluyor. Camiiye giriyoruz. Arkalara oturuyoruz. O an namaz başlıyor. Kaçalım derken (ki bölmedekiler bizi safları sıklaştırmak için öne gidiyoruz sanıyorlar - hepten kaçıyoruz halbuki) işgüzar dayının biri: "beyler, burda saf yapalım" diyor. Y. Baba gülüyor: "peki abi.." Usülsüz namazımız Müslüman alemine hayırlı olsun. Allah kabul etsin diyor, anlattıklarım - ben hiç sanmıyorum. Sonra madem başladık diyoruz - bir de cenaze namazına katılıyoruz. Y. Baba, "merkezden çevreye.."diyor, fena gülüyoruz. Akşam fena, Fatih fena, güller fena. Güllerin teni yanık. Ama hâlâ Şerif Mardin.
Fatih çarşısından, o gerçek kokuya (müthiş tahrik edicidir, yeşil zeytin, pastırma ve peynirin üstüste bindiği şarküteri kokusu) karışarak, Balat'a iniyoruz. Önce Çarşamba ve Yavuz Selim Camii. Bir tepeden geldiğimiz diğer tepelere bakıyoruz. Fakir mahallere inen ışığı sırtımıza alıp, Balat'a iniyoruz. Zihinle beden örtüşüyor. Umutsuz projeler yerini buluyor. Ayaklarımıza şükran borçluyuz. Patrikhane kapanmış: olsun. Akşamın serinliği inmiş Haliç'e. Kıyıya iniyoruz: baba bir roman ablanın çaylarını gövdeye indiriyoruz: 50 kuruş. Yeşil suya inen Kasımpaşa gölgesinden eskiler var. Tarçın kokusu. "Y. Baba" helâlinden kerhane tatlılarını gövdeye indirmeden bize bu gezi haram diyor.." bu verilmiş söz bu parkurda unutuluyor mu? Son durak artık: sıpsıcak tatlılarıyla bir araba çıkıyor, Haliç kıyısında. O zaman gözlerimiz fal taşı. Bırakıyoruz her şeyi bir yana: battı balık yan gider. Bir tane daha buba? Ok. Babam. 4-5 tatlının sıcaklığına gömülüyoruz. Bu bir şükran parkurudur. Bu bir aidiyet cilalama yolculuğudur. İçimde aynı sesler. Bir grup geçiyor. Fena hâlde hipi ve fena hâlde Yunan. İçimden doğaçlama ve hiç gerçek olmayan bir ingilizceyle "bütün dönüşler sanadır, ey kent diyorum!" Just as you've ruined your life
here, in this small corner of earth, you've wrecked it now the whole world through."
VI
Y. Baba hissetmiş gibi gülüyor. Çok ince bir Yunan kızının yüzüne takılıyoruz. Çok ince bir hüzne açılan tünelden ışık görünüyor yine de. O kızla ölünebilir diyoruz , içimizden. Yanındaki Herakleitos en babacan hallerle kesiyor, Haliç'i. Sonra Y. Baba, bir gözlüklü ablanın naifliğine dalıyor, yine aynı gruptan. Akşamı Unkapanı köprüsünün ayağında bu Yunan grubun müthiş sevecen hüznüyle demliyoruz. O 28 T'ye biniyor. Çok kutsal bir otobüse. Ben köprünün diğer
Y. Baba hissetmiş gibi gülüyor. Çok ince bir Yunan kızının yüzüne takılıyoruz. Çok ince bir hüzne açılan tünelden ışık görünüyor yine de. O kızla ölünebilir diyoruz , içimizden. Yanındaki Herakleitos en babacan hallerle kesiyor, Haliç'i. Sonra Y. Baba, bir gözlüklü ablanın naifliğine dalıyor, yine aynı gruptan. Akşamı Unkapanı köprüsünün ayağında bu Yunan grubun müthiş sevecen hüznüyle demliyoruz. O 28 T'ye biniyor. Çok kutsal bir otobüse. Ben köprünün diğer
tarafından bir başka otobüse atlıyorum. Saatlerimiz diyor: "7-8 saattir birliktesiniz..7-8 saattir yürüyorsunuz.."
"Her gün böyle gelip dünyadaki yerini alıyor" diyor İlhan Berk zihnimde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.