Balzac kralcıydı. Kafka belki apolitik bir melankoli kuşu idi.
Öncelikle bundan birkaç sene önce “Metaforlar” isimli kitabı çeviren Gökhan Yavuz Demir hocamız ve üstadımıza geç de olsa tebriklerimizi sunuyoruz. Sosyal bilimlerin geniş literatürünün dilimize aktramındaki çorba pişirmenin bitmeyecek her aşamasında tuzu bulunan herkesi alnından öptüğümüz gibi ellerini sıcacık sıkıyoruz hocamızın.
Ama şunu da eklemek gerektiğini söyleyerek – elbet hocamız harici, örneğin mutfakta kıt kanaat yemek pişirmeye çalışıyorsunuz ve başınızda ananız babanız, sevgiliniz, karınız her neyse her boktan anlayangil biri var. Şimdi siz bir metaforperest olarak burada, “başımın üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durma!” mı dersiniz yoksa “bir siktir git!” mi dersiniz.
İşte metaforlarla ilişkimizdeki sağaltıcı tavrın her noktada geçerli olmayacağını iletmek için veriyorum bu örneği. Orada metafor kullanılır mı e kardeşim! O kadar sakinlik, o kadar Hasan Bülent Kahramanlık, o kadar sinirleri alınmışlık kime ne getirir? Can Yücel’in dediği gibi “bizim oralarda göte göt denir hakim bey!”.
Velhasıl bizim edebiyatla döşeklerimizi ayrı sermememizin nedeni de bu’dur. Edebiyatı bize ev kılan tavır da bu’dur. Bizim oralarda göte göt denmesini güzel kılacak şey de edebiyattır işte. Örneğin Türk sinemasının kayıp kıtası Faruk Peker-evet şu İspanyalarda uyuşturucu işinden içerilerde yatan, üstadımızın başrollerine damgalarını bastığı “Sessizlik” isimli filmden bahsetmek istiyorum size. Bu film Türk sinemasının entelektüel, meta bakışçı, kalabalıklarda yalnız adam motifinin ağababalarından biridir. Karı dırdırından yazamayan bir yeni senarist eski romancı, senaryosunu tamamlamak için avansını aldığı işe patronunun kışın gittiği yazlığında koyulur. Burası Çekmece’de bir evdir.
Herkesten ve herşeyden uzak yazarımız önce kendisine uygun bir mekan donatımına girişir. Katalitiğe tüp alır, ocakta kahve yapar, kahveye iki şeker atar, daktilosuna hard basışlarla yön tayin etmek ister. Ancak ilk gece elinden birşey gelmez. Sonraki gecelere de sirayet eden bu beceriksizlik süreci, yazının içinden çıkan, yazıyı içeri çeken, Faruk’un içinden çıkan ve Faruk’u içine çeken hayali bir kahraman, güzeller güzeli, sade mi sade Açelya Akkoyun kızımızla rastlaşıncaya dek süregider. Ama o pür dokunuş, o kalbi enerji yazarımızı ihya eder. Son sahnede Ateşböceği Yalçın’ın canlandırdığı patronun lafı ile söyleyelim” bu günlerde böyle absürd, soyut şeyler çok iş yapıyor!”. Kahramanımız hayali sevgilisiyle Çekmece gölüne doğru sağlam bir cigara yakar. Velhasıl senaryoya göre yazarın hayali sevgilisine uyuşturucu kaçıran ve cinayet işlemiş yapımcı ile yönetmen tecavüz ederler. Faruk Peker bunu sevgilisine anlatır. Kadın gamzeleri ve iri gözleri ile güler. Çok bayat falan der.
Uzun uzun sevgilisiyle entelektüalizm yaparlar. Ve burada Faruk Peker üstadımız: “çocuk gerçek bir mucize, en büyük sanat eseri ama gel gör ki sanatsal yaratıcılığımı öldürüyor” meâlinden gerçekten absürd bir açıklama yapar.
Şimdi iri iddialarımda bulunabilirim artık:
1-Faruk Peker burada metaforperestlik yapmakla kalmamış, ta kendisi bir metafor olmuştur.
2-Faruk Peker sonradan büyük medyamızın büyüteceği, iğrençleştireceği bir konuyu bilmeden başlatmıştır: İnsani deneyim alanlarına hiç yokmuş gibi davranmak. Açalım: sevgiliniz ter mi kokuyor? Sevişirken vıdı vıdı bıdı bıdı mı.. İşte Kelebek, Günaydın, Telefunken ve iğrenç kadın magazinleri senelerce bu senaryoyu biliyoruz ki ortaya koydular.
İnsana sevgilisinin terinin kokusunu nasıl algılayabileceğine dair hazır paketler sundukları yetmiyormuş gibi, bu algıyı da dinç kıldılar. Oysa şu insani durumu anlamadılar. İnsanlar sevişirken, sevgilileriyle bir anlam alanı üretirken ve bunu defaten apayrı bir “aura” ile yaparlarken, av köpeği gibi kokuya dikkat kesilmezler. Bu çok istisnai bir durum olabilir. Ya da her ne boksa. Ama katiyyen genel bir durum değildir. Soğuk bir ideoloji, kusmuksu bir medya-oloji hâlidir olup biten.
Sevgilisinin teri gül gibi kokanlarla kalbini attıran şeye biz edebiyat deriz. Burada edebiyat gülünü bana ver, dikenini sana sokayım” der. İşte o an plazalarda ah uh vari çeşitli sesler duyulur. Patron koltukları dikenlenir. Ve şöyle deriz, bir kapalı iktisadı kırarken apansız: “kovulduk ey halkım, en kısasından unut bizi”.
Balzac kralcıydı. Kafka belki apolitik bir melankoli kuşu idi. Ama Marx’ın Balzac’a atfettiği “sosyal realizm” son kertede burjuva gerçekçiliğini önümüze sermiştir. Zaten Marx’ın da dediği gibi, Adam Smith, Ricardo, Malthus gibi burjuva iktisadçıları, “ekonomi-politiği” başlatmışlardır. Marx bütün o durumları oradan öğrenmiştir. Keza Luckas’a göre, Kafka handiyse faşisttir. Küçük burjuva trajedistidir. Kara bir geleceğin yanlış vaizidir. Oysa Kafka bütün dünyaya 20.yüzyılın bürokratik diktatörlüklerini öğretmiştir. Velhasıl biz de şunu diyoruz, bu karikatür aydın, metabakışçı, insansız, kalabalıklar içinde yalnız, sosyalle arasına mesafe çakmış Faruk Peker yani THE YAZAR, bütün bu dezavantajları içinde bize birşey öğretir: bu tip komiktir kardeşim, bu tiple yatılıp kalkınmaz, bulaşılmaz mümkünse. Bu dersi alanlar Papirüs’ten, Ece’den, Firuzağa kahveden ayaklarını çekerler.
Bize düşen, kurarken bir edebiyatı, kurarken bir hayatı, küfredilecek yer de metafor yapmak mıdır istediğimiz yoksa “hakim bey bizim oralarda göte göt” denir mi demektir.
Bunu cevaplamak puslu vicdanlarımıza hiç olmazsa bir giriş dersi olarak iyi gelebilir. Şimdi diyeceksiniz ki, sen bu yazıyı kotarırken metafor edip durmadın mı ortalığa? O zaman sizi alnınızdan öperim. He da! Ettum oni!” derim yetmezse.
* Bu arada “siktir git!” de bir metafordur.
*METAFORLAR-Hayat, Anlam ve Dil – George Lakoff , Mark Johson, Çeviren: Gökhan Yavuz Demir,Paradigma Yayınları, 2005, 20 YTL.
14 Şubat 2012, İzdiham'da Yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.