Bu oluyor aslında, pazardan her dönüşümde. Senelerce çıktığım şu mahalle pazarı, şu semt pazarı öyle imgelerle, akışlarla ve oluşlarla dolu ki. Öyle şimşekler çaktırıyor, öyle ateşler düşürüyor yazı kumbarama bilseniz. Rengarenk meyvelerin nesne olarak çekicilikleri mi desem yoksa bir bütünlük olarak imgelerin toplamının getirdiği hissiyat mı desem? Her neyse artık, tetikliyor, gündemle teyellemeyi gün-demi. Bambaşka gündemi. Aslında çokça tartışalım ama dürüstçe tartışalım.
Kafamda fişekler birbirini izliyor, her reyon her tezgah birşeyler getiriyor da, eve gidene kadar kaçıp gitmemeleri için yalvarıyorum Tanrı'ya?
Şu pazar işte, bu pazar ve türevi binlerce yıldır var. Pazarlar bize varoluş ekonomisini çağrıştırsın istiyorum. Aklıma binlerce yıllık Anadolu varoluş tarzı geliyor apansız. Bir akış geliyor, bir hayatta kalma çığlığı. İster bağırgan isterse sükûtbaz olsun bize kalan portre, varolma savaşının neşeli evleri olan pazarları kutsamadan bir Türk olmaya doğru, Türkiye'de olmaya doğru gidişatın kerterizlerini nasıl belleriz diye soruyorum kendime. İşte Türkler bugün cebelleşiyorlar bir hayatla. Bir hayat çekiyor bizi içine. Derin kırılmalar oluyor. O kırılmalar hiç bilinmez mekanizmalarca onarılıyor ya da büsbütün derinleştiriliyor. İşte bunu yapan biz boş zamanımızda papaz kesiyoruz, bir güzel Ermenimizi öldürüyoruz. Türklerin çok boş zamanı var'a dek gider bu düşünce şimdi şimdi.
Bu muyuz cidden? Celallendirildik mi bentleri aşan falan. Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavara koçbaşlarıyla saldıran. Velhasıl neyiz sorusunu soraraktan yapalım girizgahımızı.
Örneğin Fethullah Hoca bugünlerde büyük bir şevkle grev kırıcılık yapıyor. Bunu biliyor muyuz?Hükümet Telekom'u Lübnanlılara satarak özelleştirdi. Buraya dek bir sorun yok. Şu an Haber-İş sendikasının Telekomda bir grevi var. Bunu destekler ya da desteklemezsiniz ancak büzüşmüş suratlı bir takım adamların en temiz kıyafetleriyle basın toplantıları düzenleyip, güya grev kırıcılığı yapmalarına ne dersiniz? Sabotaj iddiası. Diyelim ki bu da böyle. Ama belki de ilk defa bir iktidarla bu denli içli dışlı olan bir cemaatin medyasından söz ediyoruz ki-olan biten şu: bir haber, STV'de :"SABOTAJLAR SÜRÜYOR". Spiker çocuğun dediği ise: "Telekom'da sabotaj iddiaları devam ediyor". Bu haberin veriliş biçimiyle, içeriği arasındaki kurnazca akrabalık için ne dersiniz? Siz durun ben diyeyim: Fethullah Hoca grev kırıcılığı yapıyor.
Bir o kalmıştı sanırım yapmadığı. Radikal 2 ile beyni sulanmış, her cümlesine soyut bir "demokratikleşmeyi" serpiştiren dostlar, şunu kendi kendilerine sorsunlar Fethullah Hoca'nın bünyesinde çalışanlar sendikalı mıdır sizce? Grev kırıcısı Fethullah Hoca, sendikayı sever mi dersiniz? Peki hayatında sendika yazısı yazmamış solcu Murat Belge'ler, Mehmet Altan'lar biricik patronları Aydın Doğan sendikadan ne kadar hazzedermiş, onu sormuşlar mıdır kendilerine?
Soyut bir demokratikleşme hâlesi diye buna derim ben. Soyut bir Batıcılığın geleceği son nokta. Demokratikleşme diyorlar. Elbet de. Ancak şunu da eklesinler. Sendikasız demokratikleşme neyin nesidir? Sahi Özal'ın ölüm yıldönümlerini elinde yağdanlıkla anan bilin bakalım hangi kanaldır? Duyamadım. STV mi dediniz? Sahi biz Irak'a 1 koyup üç alacakken, üçün birini alanlardan değil miyiz?
Aslında bu beylerle metodik olarak uzlaşamadığımızı söyleyelim. Pazarlar dedim en başta. Pazarlar nedir? Pazar sapına dek yerel birşeydir. Bahsettiğim renk yereldir. Benim için de hayat iki parametre de değerlendirilebilir. Ancak ikincisi elbet de birincisinden mühimdir. Ama bu ölçü, birincisini dışlamaz. Sadece ölçülerinin muğlaklığını vurgular. Hayat milli olan ve olmayanla, emekten yana olan ve olmayan arasında dağılır bana göre. Ama buradaki milliliğin ulus-devlet, kapatılma toplumu ile falan alakası yoktur. Buradaki millilik yerelliktir. Lokal problemleri önemseme, lokal düşünmedir. Ve dışladığı şey, milli olmama ithamı ile kişiler, gruplar toplumsal kesimler değildir. Dedim ya bu parametre ikinci ve daha önemli parametreme göre ikincildir. Bu da emekten yana ya da sermayeden yana olmak ikilemidir. Bu daha kadim bir sorundur benim için. Örneğin, şimdi bayrak asma furyasından haberdarız. Bayrak elbet mukaddestir. Emekli öğretmen Abbas Abi'nin, doktor Necla Abla'nın Pazarcı Halil'in astığı bayrakta gözümüz yok. Ona laf atacağımız dilimizi kökünden kessinler. Ama bayrak bazılarımızın ayıplarını örtmekte midir, değil midir?
Örneğin Veli Göçer evinin camına bayrak assa, ne hissederiz? Tecavüze uğramışlık hissi musallat olmaz mı bize dersiniz? Ne hissederiz, kaybettiğimiz gençler için? İşte bu aşamada milli olmaya dair geliştirdiğim fanteziler çuvallar. Velhasıl bu kez emekten yana olma-sermayenin duvarına işeme rolleri önem kazanır. İşte bu fikriyat ve hissiyat metodik olarak bize Türkiyeli liberallerden uzaklarda durmayı öğütler. Liberalizm bize bir kavrayışı salık verir. Evrensel insani değerler. Kuşkusuz bunlar dışlanacak, ha dedin mi silinecek unsurlar değildir. Örneğin Kant'a bir insan 7/24 küfür edebilir mi? Şapkamızı önümüze alıp uzun uzadıya düşünmek zorunda değil miyiz?
Ancak tam da liberalizmin evrensellik iddiasıyla bize tembihlediği ideallerin örtük amaçları nelerdir, bunlarla hesaplaşılmayacak mıdır? Bugün en son Aydınlanma projesi AB'dir. AB bir uygarlığın son barutudur. Avrupa'nın günahlarından arınmasından ziyade, tam bir sahiplenme modudur. Bizim gibi gerikalmış olduğu söylenen ülkelere kurtuluş projesi olarak salık verilen kurumların şahikasıdır. Bu durumu muştulayan katalizörlerimiz de liberallerimizdir. Hayır, liberallere hiçbir zaman demediğim gibi şimdi de "satılık, Ali Kemalci" falan demeyeceğim. Ama ortadaki durumu da saflıkla ya da metodik iyimserlikle açıklamayacağım, bu sendikasız-solcu liberaller, kapalı kapılar ardında Adorno okuyup, gerzek halkımıza kapı önünde "akıl ve sağduyu" dersleri veren Kürşat Bumin'lerde bariz olan art niyetliliğe dikkat çekeceğim. Murat Belge Bey diyor ki: Hrant'ın, Santoro'nun, misyonerlerin katilleri Kant gibi felsefe, Bach gibi müzik, Leonardo gibi resim yapamadıkları için cinayet işliyorlar. İşte benim ömrüm boyunca itiraz edeceğim Radikal 2'ci beyni sulanmış fikir çorbası bu'dur. Murat Belge Bey demektedir ki, tekil evrensel değerler vardır ve bunları yapmıyorsan faşistsindir. Evet, bir yerde haklı bir yerde haksızdır. İşte bayraklı mücahitlerin, kuduz köpeklerin cozutmuş hayvanat bahçesi kaçkınlarının sokak ortasında Kürt avına çıktıklarını biliyoruz. Ankara'da Kürt olmadığını ıspat etmesi istenen insanlarımızı biliyoruz.
Evet, biz yetmezmiş gibi Diyarbakır Cezaevini, dağda yürüyen "Kart Kurt" sesi çıkartan öz be öz Türkleri falan da biliyoruz. Bakın Bursa Altıparmak'ta 80 yıllık Bursaya kök salmış bir Mardinli aile, bir takım ayak oyunları ile bu hayvanat sürüsünün vandalizminden nasibini alıyor. Leyla Zana ile ortak oldukları zannı ile dükkanları yıkılıyor handiyse. Şimdi şehitlerin kemikleri sızlar mı sızlamaz mı a benim dallamalarım. Yetmiyor sokakta küpeli, uzun saçlı, Afrikalı kim varsa onlardan nasibini alıyor bu Thomas Mann, Stefan Zweig romanlarından kaçma vandalizmden? Bu ayılara sosyoloji öğreteyim biraz. Öncelikle Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinden başlayalım.
Maslow, insani ihtiyaçları piramidize eder ve en dibe yeme, içme, güvenlik, cinsellik, konut gibi unsurları koyar. Bu asgari talepleri sağlanmış insanlar, statü, rol ve kimliğe dair yeni talepler isterler. Şimdi sosyolojinin ana konusu olan insan, "ıkınsanız da sıkılsanız da" doğası gereği Che değildir, konformisttir. Bu talepleri karşılandığında macera aramaz. Bunu insan macera aramasın diye söylemiyorum ancak asgari müştereklerde uzlaşan insanların doğalarını tehdit etme durumuna dikkat çekiyorum. Kardeşim, kimse de demez mi bu adam 80 senedir burada ticaret yapıyor, kökleşmiş, Türk modernizminden nasiplenmiş. Bu adama sen nasıl PKK dersin diye. Evet, kimse demiyor. Onun yerine "yakın"-"yıkın" diyor. Üstelik bu mağaza bütün Bursa'yı handiyse besliyor. Bu da ikinci bir hainlik modeli. Benim de Bursa Altıparmak'ta bir emlakçıda 300 milyonum kaldı. Kuyruk acım büyük. Belki ben de olsam, bu emlakçı PKK'lı derdim. Durum bu. İşte bunu diyen adam, vandaldır. Hayvandır. Düello geleneğimiz cidden yok. Ben nasıl gidip emlakçıyla yüzleşemiyorsam, bu tosuncuklar, bu Texas kırması lümpenler de dağda yürürken "Kart Kurt" sesi çıkartan Oğuz Boyundan gelme öz be öz Türklerimizle yüzleşemiyorlar. Adam yalvara yalvara dayak yememek için: "ben Türküm diyor.." Ah ne büyük kazanım! Ah Ah!..
Şimdi ne diyeceğimiz kendimize? Pazardan döndüm dedim ya. Pazarlar yani kaynaştırma motiflerinin ağababası. Belki 15-20 tane Kürt pazarcıdan alışveriş ettik işte. Var mı saygıda kusurları, bilmiyorlar mı siz müşterilerin kendilerinin ekmek kapısı olduklarını? Bunu çok art niyetsiz biçimde söylüyorum. Yıl 1979. Elime bir Tercüman gazetesi geçti. 2.Sayfada Rauf Tamer, Ahmet Kabaklı'nın karşısında sağ köşeyi kaplamış- diyor ki, bu sol sana örgütlen der Sivaslı hemşerim, Erzincanlı hemşerim..kanma". Vay anam ne zeka! Rauf Tamer hepimizin bildiği gibi ihale kovalayan medyacılardan Ertuğrul Özkök'ün antropolojik atasıdır. Şunu sorgulasana Rauf, vallahi hadi sana katılalım bütün bu ülkenin solcuları i.bne, puşt, şerefsiz olsun, kabulümdür- ama senin neden sürekli Sivaslı, Erzincanlı hemşehrilerin kapıcı oluyor? Onu kendine sorsana.
Velhasıl şunu diyecektim, asgari temelde uzlaşmış adam, neden PKK olsun? Buna da mı aklınız ermiyor? Bugün Hulki Cevizoğlu gibi yetenekleri çok tartışmalı bir gazetecinin tv programında emekli paşalar hatta emekli ilahiyatçı, organik aydın, laisizasyon ekibi öncü timi Yaşar Nuri Öztürk alenen "Kürtlerin ihanet tarihini" hiç bir dolaylama olmadan konuşurken, daha ne denilebilir? Bugün kırık dökük sakat, bok püsür bile olsa güneydoğunun sosyolojisini kavrayabildiği için başarılı olan AKP'ye çamur atanlar, kendi projelerinin terördeki payını hiç mi konuşmazlar? Bugün hem 50'den sonra gelen iktidarların yavşaklıkları hem de 50 öncesi Kemalistlerin sert politikaları bugünkü garabetimizde pay sahibi, kabulümdür? Ama her hard kemalist ekranlara çıktığında neden tutup da 50 sonrası iktidarları suçlar?
Kemal Belgin isimli tuhaf spor yazarı hem de dinci bir gazetede yazarken nasıl olur da, "biz demokrasiye erken geçmişiz" der. Diyelim ki 1930 tip Kemalist politikalar izlenseydi. Ne olacaktı? Daha demokratik daha ekonomik açıdan gelişmiş bir güneydoğumuz mu olacaktı? Bugünkü ağalık-beylik sistemine katılan daha çok aile olacaktı, semirmiş, o kadar. Peki demokrat Aydın Doğan sizce ağalık sistemi hakkında ne düşünür? Peki demokrat 50 sonrası iktidarlar ağalık sistemi hakkında ne düşünür?
Nihat Genç'i çok severdim. Mehmet Ağar'ın güneydoğu gezisi ekibine katıldı ve pişkin pişkin bu durumu övdü. Mehmet Demirkol'u çok severdim. Emre Belözoğlu'nun kendisine yaptığı hareketi bile bile inkar etti. Milli Gazete çizgisini AKP'ye tercih ederdim- orada da şehitlerimizin anaları, nişanlıları başörtülü diyor. Ölür müsün, öldürür müsün? En güvendiğin adam, tam sarıldım hırkasına dediğin adam, en salyalı ağzıyla tepende dikiliyor.
Peki Baskın Oran Bey ne diyor: "İslamcılar burjuvalaştı, sorun ortadan kalktı.." Yahu bu nasıl bir retorik? Bu nasıl bir sorunları şipşak halletme hâli? Evet, biz keman çalmıyoruz, biz felsefe de yapmıyoruz, minyatür evresinde bile değiliz ikonolojinin, hatta sıkıldık mı Hrant'ı, Papazları da öldürüyoruz neyimize lazım. Ama bu nasıl bir soyut algılamadır ki, gelsin AB bizi ihya etsin'e çıkıyor bütün yollar. Niye Japonya atom bombası ile demokrasiye geçti çizgisine gelmiyoruz, samimiyetle.
Biz faşistiz, topraklarımız işgal edilmelidir, diye neden pattadanak söyleyemiyoruz. Neden tv'lerimizde alenen hemencecik Kürtleri keselim de kurtulalım diyemiyoruz. Ziya Gökalp'ten kalma kollektif bilinç taktikleri ile neden köküne kadar ganyana-vodafona-birahaneye-iddaaya-mafyaya batmış bir toplumu ihya etmeye kalkıyoruz. Hele ki bunu neden kenarından bile geçmediğimiz, buram buram Avrupa kollektif bilinci kokan yasalar ithal ederek yapıyoruz?
Velhasıl Türkiye bunları hak ediyor- en çok da bunu kabul edelim. İşte Türkiye entelijensiyasının dönüp dolaşıp geldiği yer Birinci ve ikinci Cumhuriyetçiler arasındaki garabet futbol maçı, Malezya olur muyuz tipi bok püsür tartışmalar falandır. Milletçe dibe çöküşümüzün resmi bu'dur.
Şimdi kendine bir çay doldurup, Mahzuni'den "Çürük Hasan"ı dinleme zamanı değil mi Ufuk?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.