26 Kasım 2007 Pazartesi

Bir Aylak Sınıf Kültürü Olarak "İstanbulluluk".

Kasım ayının Türk Edebiyatı dergisini babam için aldığımda, en azından kapağında bu yazıyı üretecek bir çığlığa ya da bir serzenişe denk geleceğimi bilmiyordum. Türk Edebiyatı dergisinin Kasım sayısı Balık ve balıkçılığa ayrılmış. Elbet bahis balık olunca ve elbet bahis balıkçılığın edebiyattaki bütün örtük ve açık çağrışımları ve müktesebatı olunca, İstanbul odağa yerleştirilmeden edilememiş. Kuşkusuz balık ve balıkçılık kültürü denilince İstanbulun da kendini masaya koydurtmaması düşünülemez. Ancak balık ve balık kültürü tartışmalarının bildim bileli bir yerlilik, İstanbul'un yerlisi olma elitizmine yataklık ettiği de gözümden kaçmıyor değildi.

Türk Edebiyatı dergisi bilhassa güzel kültür insanlarımızdan Beşir Ayvazoğlu'nun yönetiminden sonra kalitesini artırdı. Ancak Beşir Ayvazoğlu benim tam da Tanpınarcı-piyaleci-sanat sanat içindirci, kültürel muhafazakarlardan biri. Yani edebiyatı bir estetik hazların muazzam dengesi olarak kurgulayan aydın cemaatinin üyesi. Dolayısıyla bu zümrenin çok yüksek estetik ürünler vermekle birlikte toplumsal sınıfları ıskaladıklarını düşünüyorum. İşte Türk Edebiyatının kapağında bir vecizesine rastladığımız, devasa ve çok güzel Karekin Deveciyan'ın "Balık ve Balıkçılık"ının çevirmeni Erol Üyepazarcı tam da bahsettiğim söylemi yeniden üretiyor: "Lüferden anlamayan İstanbullu olamaz"..

Dedim ya, tam o anda bende ampuller yandı. Evet, kendimi o ana dek bir İstanbulsever olarak tanımlamıştım. Hatta bundan da gurur duymuştum. Aslına bakarsanız bu yazıya oturduğum ve bu yazıdan kalktığım anlarda da bu hissimden vazgeçmiş olmayacağım. Ama çok hayati birşey yaparak kendimi sınıfsal olarak aşındıracak ve bileyeceğim. Başkaca da emelim yoğ idir.

Erol Üyepazarcı beyin bu vecizesinden sonra Salı pazarına indim ve lüfer fiyatlarına bir göz attım. 7.5 ile 10 ytl idi, taban fiyatı. Ufak bir iktisad yaptığımda en az iki kişilik bir ailenin bir yemekte 15-20 ytl'ye lüfer yiyebileceğini bulmam zor olmadı. Ve o an kendi kendime bu yazıyı yazmaya karar verdim. Tabii ki bir diş bileme durumu söz konusu olacaksa, bu gerçek bir kültür adamı, mahir ve azimli bir çevirmen olan Üyepazarcı'ya olmayacaktı. Çünkü gayet iyi anımsıyorum, Huzur romanındaki lüfer avını yani o ışık operasını okurken nasıl heyecanlandığımı. Keza canyoldaşım Sait Faik abemin her satırını ekmek gibi, hava gibi, su gibi önemsediğimi. Ve onun her satırının nasıl da İstanbul'a, denize, balığa dair olduğunu. Orhan Veli şiirinde sembol düzeyinde de olsa aynı temaların heyecan uyandırıcılığını. Balıktan İstanbul boyutuna geçersek, Abdülhak Şinasi Hisar'ı, Ziya Osman Saba'yı, Refik Halit Karay'ı okuduğumda yine çok uzun yıllar önce yaşanan  kentin bu kent (her şeye rağmen) olduğunu bana duyumsattığını nasıl ıskalarım, bütün o külliyatın?

Ama İstanbul'u sevmek ve İstanbullu olmak kriterlerinin başına nasıl lüfer yemek koyulabilirdi? Bunu aklım almıyordu, işte. Aslında bu vecizenin doğurduğu kıstas bana emekli asker tipli iki sivil-asker bürokrat/küçük burjuva amcanın dolmuşta arkamda döndürdüğü sohbeti anımsattı. Bunlardan daha çok konuşanı: "lakerda torikten yapılır, bu ayılar ne anlar..Mardinli ayı oturmuş çiroz yapmış.." gibisinden çemkiriyordu. O günlerle bu günlerin teyellenmesini sana borçluyum hafıza. Meraklısına amcaların modernizm algısı konusunda bir anektod daha: "Bağdat caddesi ne modern yer di mi? Paris gibi.." O günler, gülsem mi ağlasam mı, ölsem mi öldürsem mi günlerdir ay dost.

Ve bir kenti sevmenin ve bir kentli olmanın, bir tip sosyal bilim namusunu beraberinde getirdiğini fark ettim. Bu düşünce günden güne yoğunlaştı. İbrahim Çubukçu dostuma anlattığım gibi, nedir bizi sosyal bilim adıyla karşımıza çıkıp da tavlayacak şeyden beklediğimiz? Yarın sabah bu gece uyuyan şehirler uyanacaklar,insanlar milyonlarca araçla hayat gailelerine koşacaklar ve makineler işleyecek ve yine akşam ve yine sabah..bu bir devinim, bir hayat..binlerce hayat..bambaşka hayat..ve elbet uyuyanların olduğu gece dünyanın başka yerlerinde uyananlar da olacak..bunun da farkında olacak bir sosyal bilim elbet istediğimiz..ve hayat denen şeyle arasındaki dilsel alan açığını alabildiğine kapatan bir sosyal bilim.. Burada gizli işte, Birikimcilerle, İletişimcilerle, Radikal 2'cilerle, Bilgi Üniversitesi sığınmacıları ile ve leyleğin ömrü iki lak lak Deleuze'lerle, Foucault'larla ve Derrida'larla aramızdaki uzaklık.. ve asıl kızgınlığım dünyanın bambaşka yerlerinde bu mesafeyi açmak için alabildiğine didinen akademisyen sürülerine..ve yazarlara..çizerlere..

Ve bu devinim bu gaile uyarlandığında İstanbul'a, her güzelliğin bir de bambaşka bir boyutu olabileceği durumunu çarpıyor yüzüme. Işıltılı vitrinlerin, cafe-şantanların yalıların süslediği bir bölümü varsa şehrin, bir de bağırsakları vardır elbet. Ve bağırsaklar o ışıltılı vitrinler, cafe-şantanlar ve yalılar hayatlarını sürdürsün  diye vardırlar. Ve yine buyurganca entegre olmasını istediğimiz insanlar da o bağırsakların bağrındadırlar. Burada entegrasyonun adı çok açıktır. İstanbullu olmak. İstanbullu olmak artık bir entegrasyon aracıdır. Artık bu aracın, bu enstrümanın koşulları bellidir. İstanbulu sevmenin kıstası, denizi görmek, lüfer yemek, jazz festivallerine gitmek, kerameti kendinden menkul modern sanat müzelerine üye olmaktır artık. Yani bir iktisadın nesnesi olmaktır durumun adı. Bir iktisadın esiri olmaktır. Bir başka  iktisadı düşünme hakkı olmayanların yetmezmiş gibi mevcut iktisadın da hor görülenleri olmalarıdır. İstanbul'un uzak semtlerine çalışmaya gidilen sabahlar ve oralardan dönülen akşamlar: hangi denize sığarlar ve bahsi geçen, geçecek olan rakamlar hangi lüferlere yetecektir. İstanbul bir lüksse artık, orada yaşamanın standartları varsa bu standartları yaratan bir de bağırsaklar vardır. Hiçbir zaman İstanbullu olamayacak olanlar. İstanbul artı-değerin ta kendisidir.

Güzel iktisadçı Thorsten Veblen'in "Aylak Sınıf Kuramı" ile kapitalizme yaptığı saldırı bize yardım edecek, bu yolculuğumuzda. Öncelikle aylaklığı tanımlamak ve onu İstanbul aylaklığı karşısında dik tutmak görevini de borç biliyoruz kendimizde. 19.yüzyıl Paris ve Londra'sına gidiyoruz, elbet de. Bilin bakalım, buraları nereleri? Duyar gibi oldum: Marx'ın devrim beklediği iki başkent. İki üretim başkenti. İki artı değer başkenti. Artı-değer demek, pasajlar, ışıltılı vitrinler, uzun saatlerce gaz lambaları ile aydınlatılan sokaklar.. Hüzünlü aristokratlar, devrimini tamamlamış hatta semirmiş burjuvalar, kir-pas içindeki işçiler..İşte  kentler bu keşmekeş içinde bir tipe yataklık ediyordu: aylak evliyalara, flaneur'lere. İçinden çıktıkları burjuvazinin anlam dünyasına sırt dönmüş, işçi sınıfına ise hayretle yaklaşan şehirleri, pasajları arşınlayan, yürüdükçe düşünen, zihninde kenti kurgulayan adamlar..Aylaklar. Aylaklık yapacak iktisada ve sosyal prestije sahip olan ama bunlara bilinçlice sırt çeviren adamlar..Baudelaire, Benjamin tarafından bu tipin müzmin meleği ilan edilir. Paris Pasajları ise bu tipin kendini bulduğu yerlerdir.

Bir iktisadı buralarda seyretmek mümkündür. Kayıp giden bir tarihi ve bu tarihin arada bize göz kırptığı mekanları kutsamayı.. bizde de bu güzel tipin kısmi-öncüsü Tanpınar'dır. Kuşkusuz Tanpınar'a aylak deyip işin içinden çıkmak kusurlu bir yaklaşım olur. Ancak onun flaneur'ün göz kırptığı tarihle buluşma anlarına olan yatkınlığına ve o süreçlerden damıttığı "edebi doku"ya olan tecevvühünü es geçmek ise haksızlıkdır.

Oysa İstanbul'u artık artı-değer hanesine yazmış yeni aylak sınıfımız ise bu tutuma teveccüh etmez. Onlar yerleşiklikten hoşlanırlar. Ve bu yerleşiklik emperyal bir yerleşikliktir. Mekanları kerterizlerler. Mekanları kendilerinin kılacak sembollere bayılırlar. Örneğin Cezayir Sokağının Fransız sokağı olarak küçük burjuva yaşam tarzının hizmetine sokulması bu durumun şahikasıdır. Gentrification diye vaftiz edilen kentin soylulaştırılma süreci bu durumun şahikasıdır. Ve bir kısmıyla giderek güzelleşen İstanbul tabii ki bu sınıflarca sevilmeyi hak etmektedir. İşte kentin bağırsakları pazarları çıktı mı Eminönü'ne, bindiler mi lüfer teknelerine, bu soylu (!) oluşa bu estetik hazlara, o artı-değer yalılarına, kuruçeşme arenalara iç geçirirler.. Marx buna "ideoloji" diyor. Biz ise yeniden ve yeniden "annen bir melekti yavrum" diyoruz.

Bunu diyoruz çünkü, o bağırsaklarda yaşayanların da devrimci bir güç değil, bir ezenlerin düzenine iştah duyanlar ordusu olduğunu biliyoruz.  Aylak sınıf kuramını, yani Veblen'in kapitalizmle birlikte oluşan boş zamanları değerlendiren grupları tartarken ve bunu da İstanbul üzerine konuşarak yaparken tabii ki bir ideolojiyi de açığa vuralım. Bu ideolojinin adı "Bebek Kahve" ideolojisi. Böyle vaftiz ettiğimiz ideolojiye neden olan haber, Radikal'in Bebek Kahvenin sürekli yüzlerinin konu edildiği bir sergiyi işlediği haberi (Bebek Kahvenin sabah kuşları diye bir sergi). Elif Şafak'tan modacı bilmem kime fotoğrafçı bilmem neden köpeğini gezdiren reklamcı bilmem kimoğluna ve İsmet Berkan'a.

İşte bundan ötürü ayrılıyoruz liberallerimizle. Çünkü tarih onların kurguladığı üzere yatay bir süreç değildir, sadece. Atomistik bireyin şansları ve fırsatları değerlendirdiğinde muhakkak sonuca ulaşacağı, çizgisel bir süreç de değildir. Tarihin yatay bir boyutu olduğunca, dikey bir boyutu da vardır. İşte Türkiye sermayesinin her dangalaklığını liberalizme açılan bir kapı olarak gören Murat Belge'lerin, yalancılığın iktisadını yapan  Mehmet Altan'ların, yeteneksizliğine rağmen 40 yıldır aralıksız gazetelerde köşe bulan Çetin Altan'ların asla ve asla söz edemeyeceği masonluk, sabetayistlik, seçkin bir ailenin çocuğu olma gibi durumlar da dikey tarihin kovuğunu doldururlar. Ve ancak biz bu sayede Radikal gazetesinin ilkokul kültür kolu kılıklı Cem Erciyes'ini, Kemalist (!) devletin yasalarını tazminat hırsına alet eden Perihan Mağden'i, basın ahlâkını iki paralık eden Güneri Civaoğullarını, Hasan Cemalleri anlayabiliriz. Ancak dikey bir tarihin izbeleri bize bu durumu izah edebilir.

İşte İstanbul'u parselleme ideolojisi, İstanbul'un kaymağını yeme ideolojisi. Bilmem kim her sabah tost yermiş, bir diğeri boğaz kıyısında köpeği ile yürüyüş yaptıktan sonra muhakkak adaçayı içermiş.
Sonra da Bebek Kahvenin garsonları, sahipleri lafı alıyorlar: "buraya tanımadık yüzü asla sokmayız".. Ayıp olan şuydu o günlerde, bir Allah'ın kulu da çıkıp, "Alın Bebek Kahvenizi g.ötünüze sokun" demedi. Bir sürü köşe yazarı bu olayı es geçti. Bir aydın klanını, bir artı-değer yalaması grubun parsellediği Boğaz'da sürülen bu ayrıcalıklı hayat insanların gözünü o kadar kör etmişti ki.. Ve kimse sormadı, yazar Elif Şafak, modacı bilmem kim, reklamcı bilmem ne oğlu, siz bu ülkenin kültürel artı-değer hanesine ne kattınız? Bu ülkeyi ve bu ülkenin insanlarını ilgilendiren ne çıkarttınız ortaya? Veblen'in dediği gibi, bu insanlar tükettikçe ve bir aylak sınıf olarak gösteriş için tükettikçe, İstanbul'u tükettikçe, o kadar çok zengin olduklarını haykırıyorlar. Her daim leyleğin ömrü iki lak lak..vals, tango, fokstrot ideolojisi.. Bu da bize Castells'ın, Harvey'in kentin sınıfsal paylaşımı paralelinde ders olsun.

Beyoğlunda bulaşıkçılık yapan Cemil'i, temizliğe evlerinize gelen Esma'yı, memur Rüstem Bey'i yine de savunur kalbim, size karşı. Onlar İstanbul'u sizin için her sabah hazır hale getiriyorlar. Ama dedim ya ben bu adamları lüfer teknelerinde size hayran hayran bakarken de gördüm, sonuçta. Tutup Fanonculuk oynayıp, bunları "lümpen proleterya" diye kutsamak derdinde değilim. Veblen onlara da cevap veriyor zaten: "parasal özenti" diyor, yığınlara ait olup, üst sınıflara özenen  bir tüketimdir.

Benjamin "Pasajlar"da bir tabir kullanıyor: "meslekten komplocu".. Bu tipoloji gün boyu işçi sınıfının kahvelerinde, birahanelerinde devrim propogandası yapıyor. Kendini önemli biri gibi hissettiriyor. Ajancılık oynuyor. Ama mücadele aşamasında kinik bir tutum takınıyor. Benjamin son kertede Baudelaire'i biraz da bu kategoriye dahil ediyor. Bizim de Baudelaire kadar iyi şairolmasalar da "meslekten komplocularımız" yok mu sanıyorsunuz?

Reklamcı şair Seyhan Erözçelik, dalga geçmek için "Cümhürriyet hesabı" diyor. Halbuki bu ülkenin insanlarıyla dalga geçiyor, bilerek ya da bilmeden. Bir üyesi olduğu o klanın gerekliliklerini yerine getiriyor. Ve biz onun için şöyle üzülüyoruz: "Zaten kafatasımı görüyorum/ yüzümde / aynaya baktığımda".. Kendi kelimeleriyle..


Mevsimsiz'de Yayınlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.