Merkeze 20-25 dakika uzaklıkta bir semtinde Ankara'nın, gecede yazıyorum bunları. Büsbütün bir yokluk mu sandınız? Bu sizin baştan aşağı yanılgınız olur. Aksine, tam aksine: bir rüyadan, bir yoksunluklar koleksiyonundan damıtırdık dostluğumuzu Ahmet'le.
Şu yılların dostu, siz beni hazırlık sınıfında dövmek bile istemiştiniz, dövseydiniz daha mı iyi bir yola girerdik onu da bilmiyorum ya, ama sonra Ali Paşa'nın uzun yaz akşamüstleri, canhıraş bir biçimde basketbol oynuyoruz ya da sen bugün bunu hiçhaketmemiş olan bir ablamızdan hoşlaşmışsın da, ben de bunu açık edivermişim, fena kızmışsın, hatta aynı gece Abdi İpekçi'nin parkelerine Efes Pilsen, Myers'lı İtalyanları gömüyor. 42 sayı farkla. Yine de kenarından köşesinden yüz veriyorsun. Haliyle anca.
Dedim ya Ankara'dayım: senin o 4 seneni öğrenci olarak gömdüğün Bolu'nun sonrasında. Ve Bolu'dan geçerken, bir fizikle bir coğrafyayla cebelleşirken de, bu kısacık otobüs yolculuğundan katmerli soğuk ve hüzünlü gecelerini gömdüğün Bolu'yu düşlerim. O uzun geceler bende derin yaradır. Ama biz bu yoğun dostluğu sabah yürüyüşlerine, içtimaya çıkmış paytak ördekler misali okul yolunu teperken ve akşam dönüşlerine bir aşkı büyütürken, bina içlerinde, pis yedili ve Frank Sinatra akşamlarda (ama değişik bir Sinatra), ve kömürün, isin ve yoksunluğun bütün koku ve renklerini içimize çekerken de bilirdik. Yaşadık, yaşıyorduk.

Ve bundan Ahmet, bundan Ahö,sevgili dostum, turşu suyu akşamlar, Samatya birahaneleri sağlı sollu ve ayrılırken uzak ışıklarıyla Yassıada'ya doğru gemiler, Sümbülefendi'nin avlusu, Paşa Hamamı ve bir takım lümpenler, Kürtler, pek bir cinsel Kemö'ler, Musti'ler,Yekö'ler eşlik ederdi bize. Yani severdik birbirimizi, severdik harmanlamayı belli belirsiz bir kederi, ufalan gözlerimizde..
Şimdi "kaçak çay"la övünen insancıklara Kemalist bir tokat patlatan Siirtli örtmen bey Ahmet.. Devlet memurluğu neleri engelleyebilir ki? Bilmem Doğu gecesini: sen öğreteceksin. Bilmem sesini uzaktaki hırçın kurdun, diline uzak düştüğüm çocuğun ve bilmem senin de aşka düşmüşlüğünü bugünlerde. Ama yegane şey varsa bildiğim, bilebileceğim, yani senle Ahö ile: bir başka zamansallık ve hınç iklimine yelken açabileceğimizdir yeniden?
Unutmak mümkün mü, salçalı tost ve kızarmış patatesli kahvaltıları? İzmit'te ya da Bilecik'teysen eğer ufaktan ve tatil babında seni beklediğimi, özlediğimi? Ve unutulabilir mi,uzun telefon geceleri, akşamları ve maçlar, baykuşlar.. pezevenkleri ve porsukları gecenin.. Hem hastayken dedem, Ermeni hastanesinde,şimdi ebedi yattığı yerin 100 metre üstünde, hani oralar ne de hüzünlüdür, kimler vardır yanımda bir hastane ziyaretinde? Anımsamaz mısın? Böyle yazın başında verilen buluşma sözlerinde buluruz kendimizi ve ancak yazın en sonunda görüşürüz peşimize bir sürü terk edilmişliği, olmamışlığı ve köhnemişliği katarak.. ama nasıl da anlarız birbirimizi? Ama her defasında nasıl da yeniden başlarız duymaya en incesinden şarkıları?
Şimdi her sabah bir işsizin adımlarıyla kat ettiğim o senin oturduğun mahalle, o balkon içimde yara. Ama çabucak kendine gelen. Zamanın kısalığını anımsatan da aynı zamanda, bir yara. Çünkü bilirim bir gün gelirsin, uzak Siirt günlerinden. Et yemeklerinden, öğretmen evlerinden, karınca dualarından ve yıkık aşklardan.
Ve bir gün yine büyürüz, bir akşama, her akşama..
Not: Ahöcüm, annenin, o emekçi ve mübarek insanın, o sabah çayları ile içimizi ısıtan güzel insanın ellerinden öperim!
Ankara
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.