12 Aralık 2007 Çarşamba

Deniz Günlüğü

O zaman şöyle diyelim: bütün oluşu biz su'da ifadelendiriyoruz. Onmak, yunmak vb. fiiller saltık bir iradeye bağlı değildir. İradeler aynı düzlemde flört ederler. Su ile ilişkimiz, suların şahı deniz ile ilişkimiz de böyle. Kıyısız şehirlerle cebelleşme günlerim bitti artık, deniz sevgisinin ifadesi kıyısız şehirleri kötülemek midir hem? Odamın penceresinden geceleri Elmadağına baktığımda, hele de önündeki derin vadiyi kesesinde yavrusunu taşıyan bir kanguru gibi sahipleniyorsa bu dağ, uzak köyler uzak ışıkları ile hele, demir atmış gemiler gibi göz kırpıyorlarsa, o vadi-o dağ denizdir; o köy evleri gemiler. Akşam oldu yanayi de, Vona'nun işuklari..durumu.

Böyle. Baktığın şeye atfettiğin anlamla ilgili en çok. Oysa deniz anlamları bağrında büyüten bir gezegendir. Sanırsın erişilmez: sıkıldığı yerlerde dibimize dek sokulmuş. İşte bu Elmadağın manzarası da, Ereğli gibi: uzak bir geceye yataklık ediyor. Bütün deniz anılarını tek tek sıralamaya gerek var mı? Hem bu şekilde ben kendimi inşa ederken, ben kendi kendimi inşa etme denemelerine yeltenirken, aman bazı dostlarım çokça dışarıda kalıyor endişesine de düşebiliyorum. Çok açık: bir bunlar elbet onların hikayesi değil ancak yine de kesişen kümeleri kollayanların sayısı da az değil. İkincisi betimleme ile aram hoş değil. Çünkü ben yazarlık terbiyesi ve metodolojisi almış biri değilim, aklımdan ne geçerse ona göre yazıyorum: Şu irade meselesi, ben iradi bir yazıcı değilim. Bir sürü dinamiğin birlikteliği dayanamadıklarında beni yazmaya zorluyorlar. Yani anlattığım birşey sizi içine çekmiyorsa, yapabileceğim birşey yok ve anladınız ki, bu da küstahlık menşeili değil, zorunluluk. Mazur görün, ben de bir insanım. Size Reha Mağden'in abeyimin bir itirazını anımsatayım da, şu son paragraflarda "ben"ler yığıldıysa kendimi kurtarayım: "Bu defa ‘ben’ diliyle konuşmayacağım, demeyeceğim, bu son da olabilir; gene konuşabilirim de. Çünkü dik eleştiri alıyorum; ‘yoldaşlar’ ben dilini küçümsüyor ve bu dilin sosyalist objektifliğe aykırı olduğunu düşünüyor; bu anlaması zor olmayan bir veri elbette. Geçende bir arkadaşım, -çok sevdiğim,‘çok ben dili kullanıyorsun’ dedi ve Walter Benjamin’den bir laf aldı: "Kim ‘ben’ dilini kullanırsa kendine hayranlığından kurtulamıyor” gibisinden. Ben Benjamin'in yerinde olsaydım, parmağımdaki yüzüğün içine koyduğum zehirle intihar etmez, sınırdaki İspanyol polisinin belindeki silahı kapar beynime sıkardım. Ha, beceremezsem o beni vururdu, ne gam?

Benim için ‘ben’ budur.’

İşte denizle "ben'in" ilişkisi, denizle "ben"im ilişkim bu'dur. Üstün dostumuz itiraz ediyor: "yazıda kopukluklar" var, diyor. Sevgili kardeşim, kopukluk artık bir kader olmuşsa, yazı bu durumun sergileneceği en masum alandır. Ayrıca sanırım yazımı da iyiden iyiye o kopukluklar üzerine inşa ediyorum. Yazı bu arada öyle insanların sandığı gibi de çileli birşey değildir: dışarıda pek-tabii bir hayat var: bazı şeyleri abartmayı seviyoruz. Yazı bulantısı. Sartre'dan aşırma laflar. Yazı bir pratiktir. Bu sözüm Caner Özgül abeme değil: çünkü o zaten bir Beşiktaşlı. Çilelerin en büyüğünü yaşıyor.Ben sadece hayatın geri kalanının çilesine yetişemeyenlerin, aparttıkları bir çile türüdür diyorum: yazı çilesi için. Ha eğer illa bu iki çile türünün bitiştiği bir zeka arıyorsak ve şükran duyacaksak: o da Cemil Meriç'tir. Bir türlü denizle hesaplaşmama gelememem de bundan: yeterince çileli bir iş yapmadığımı bildiğimden uzattıkça uzatıyorum. Belki kenarından köşesinden çileli bir iş yaptığım zannı uyanır diye. Elif Şafak çok çile çekmiş, son kitabını yazarken. Çocuğununu doğumunun yazma yeteneğine engel olacağını düşünmüş. Bakın ben 23 yaşındayım, henüz, denizde kumum: bokum, püsürüm, hiçbirşeyim. Ama "Metaforlar" yazımda (lütfen okuyun) bir filmde Faruk Peker'in oynadığı bir rolün rezaletinden bahsediyorum. Film en az 15 senelik. Elif Şafak'ın geldiği yer ancak orasıdır. Ve yatay ve dikey tarihte denizde kum olan "ben", bunu anlıyorum da, 40'ına merdiven dayamış Elif Şafak çocuğunu magazin malzemesi yapmaktan çekinmiyor. Lütfen, lütfen, lütfen... Bana "neden Yalçın Küçük okuyorsun?" diye soruyorlar, dudaklarına hep bir istihza ilişmiş oluyor bu soruda, bu sorularda. Cevabım açık: "büyük aydınımız Murat Belge günden güne bu kadar sıradanlaşırken, bu kadar pespayeliğin estetik ağabeyliğini yaparken, bir tercih yapıyorum da ondan..".

Kastettiğim çile ironisi bu, işte. Son kertede Murat Belgecilerin çilesinden bana ne, benim Yalçın Küçük sevgimin riskinden size ne? İnsan zihninin hastalıklı uçlarının türettiği "imrenmecilik"ler. Şimdi Foucault'lar çıkarıldı, kapım çalınacak, böyleleri ancak dövülür. Başka bir eyleme yer bırakmayacak denli açık.

Son olarak Armutlu'daydım. Bir devremülkte 3-4 gün geçirdim. Evin içinde oturamadım, haliyle. Hep dışardaydım, bir keçi gibi kayalıklara tırmandım, azgın denizi (Bozburun) izledim, uzaktaki İmralı'ya baktım, İmralı'ya karşı tatil yapanlara baktım, bilge bir kartal gibi yükseklerde oturdum (breh breh), akşam oldu mu iskeleye indim, balık tutanları izledim, herkes çekilince fenerlerin ışıdığı sudaki izime baktım, iskele balıklarına baktım. Deniz oldum velakin, kendi kişisel deniz tarihime eğildim. Denizle başbaşa kalanların, "Oltacı Eyüp"lüğü musallat oldu. Denizin derinliği, tarihin derinliğini sembolize eder oldu.
Ben kimim? Kendi alanımın bir sosyal tarih yazıcısı. Kendi kendimin müsebbibi, bir yazıcı. Seneler önceydi, ailecek Sedir Adası'na giden bir gezi teknesine atladık. Aman allahım, o ne güzel bir kızdı? Deniz kızı bir mit değildir, artık. Bize yemişler getirdi: bana sandım. Yaşı benden büyüktü ha, derinlere salınmadığımızı zamanlarda, tekne bir koyda demirlediğinde bir deniz kızı gibi yüzdü. O an uzaklaştım. O benden uzaklarda büyüdü, vesselam. Sonraki günler, Orman kampına doğru, onu görürüm diye küçümen yürüyüşler yaptım ama nafile. Velhasıl, şimdiki kırgınlığım  o günlerdendir.

Ama ama bir de ortaokuldayız: bir İpek var. Bizden üst sınıf, nasıl yanığım yine. Geçenlerde Fatih'te yemek yeme şerefine eriştiğimiz, seneler sonra, ta anaokulundan arkadaşım Ahmet Seren Teker, bu sırrını ilk kez açıklıyor: o da İpek'e aşıkmış. Dostluk böyle birşey işte. Ulan bir sır 13 sene tutulur mu? Deniz bana Seren Ahmet Teker'i de şöyle anımsatacak seneler sonra, "herkesle buluşuyoruz, görüşüyoruz" ama ayrılma anında çok azımız arkamıza bakıyoruz. Bu adam belki 10 kez baktı. Belki 10 kez geri döndü. Son zamanlardaki büyük mutluluğum. Ben özlenmez bir adam olduğumu düşünürdüm, hep. Oysa biri, bahtlı mı bahtsız mı bilmediğim bu dünyada biri, belki 10 kez gerisine dönüyor. Belki 11 kez de ben. Seren Ahmet Teker bu'dur. Güzel çocuktur.

Kumburgaz'dayız, yine. Deniz o zamanlar güzel. Bu kez başka bir İpek'e vurulmuşum. Bu kez ayrıntı yok. Saçmalıyorum. Sadece. Mudanya'dayız: üç kişi. Üç kişiyiz, bir kıyı kahvesinde. Denizin tepesine dikilen renkler, aman Allahım ne duyarlık. Mudanya'nın tepelerini geziyoruz. Muğla'dayız. Şimdi hayatımızda değil, Umut Kaçar dostumuz. Deniz bunları da bize anımsatıyor. Erdek akşamlarını. Şimdi çok az anımsadığım Kaş akşamlarını. Hiç anımsamadığım Bodrum akşamlarını bile. Ama bir de Taner'le Ereğli akşamları var. 

Bir de Avşa'nın kızıl akşamları var: şarabı gibi. Senle onları izliyoruz.

Deniz oldukça, çok işimiz var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.