Topkapı'nın dışından otobüse binip Özcan ve Uluğ ile buluşacağımız mekana gittim. Kağıthane deresinin içinde ufak bir mezarlık. Günün anlam ve önemine eşlik eden bir hava. Bozbulanık, pis ve çamurlu. "Emanet nerde?". Özcan cebini gösterdi. Hepimiz ağlamaklıydık. Bir makinenin silebileceği anıları, düşleri, yaşanmışlıkları düşünüp düşünüp. Özcan sol eliyle sağ cebindeki torbayı çıkardı. İçinde bir peçetenin içinde duran "günlerin bi-fiil tortusu" vardı. Kağıthane'den uzak tepelere baktı. Acı acı gülümsedi. Uluğ sağda solda kimsenin olup olmadığını yokladı. Özcan'ı ve ağlamaklı hâlini düşündüm. Son fotoğrafında pembe bir gömlekle ve bordo bir kravatla şu başına gelen olayı hiç çağrıştırmayacak bir iş yapıyor gibiydi halbuki. Sac makinesine parmaklarını kaptıracak bir durumda olabileceği aklıma gelmezdi.
Ama sonra öğrendik: makineden parmaklarını çekip arkadaşlarına döndüğünde ortalık kan gölü ve çığlık-koşuşturma-hır gür kara şenliğine dönüyor. Anılar bir sistemin makinelerine gömülüyor. Uluğ "çevrede kimse yok" diyor. Ne bir bekçi ne bir ziyaretçi. Uluğ elindeki kepçeyle hızlı hızlı toprağı kazıyor. İki bakımsız mezar arasında yazın eminiz otların bürüyeceği (sapsarı ve çirkin otların) bir ufak aralığa "emanetleri" gömüyoruz. Elimizle çamurlu toprağın üstüne baskı yapıp, organsızlaşma operasyonumuzu nihayete erdiriyoruz. Bize ne oluyor? Bu işin faili dururken. Özcan'a bakamıyorum. Uzak akşamları düşünüyor. Her girip çıktığı şehrin akşam ışıklarını özlediğini duyumsatan gözleri ile toprağa bakıyor. Uluğ ile birbirimize bakamıyoruz. Sağ elinin eksikliklerine bakıyoruz. Acı acı gülümsüyor yeniden. Bir sigara yakıyor.
Kendimize bir nebze olsun gelip, bir dolmuşa atlıyoruz ve Kağıthane'nin günün anlam ve önemine uyacak batak birahanelerinden birine oturuyoruz. Birimiz gözünü camdan sanayi sitesinin keşmekeşine yöneltse diğerlerimiz masa altından parmaklarını kontrol ediyor. Usul usul akşam oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.