18 Mart 2008 Salı

Esrimenin Kısa Tarihi

Önce siz dostlarıma, bu buluşamadığımız zaman dilimini hep birlikte telafi etmemiz için Tayfun Er'in "Erguvaniler"ini ve Ahmet Kekeç'in "Kanamalı Haydut"unu tavsiye ediyorum. Haddim yok, bilirim. Ama ben de günlerimi böyle deviriyorum. Demlik demlik çaylarla. Gece yürüyüşleri ile. Okuyalım da, hep birlikte adam olalım. Darılmayın. O zaman ben adam olayım, siz de izleyin. Sonuçlarına birlikte güleriz. Ne kadar komik olabilirim ki hem? Sıksam sıksam.

Resim: Hakkı Anlı - Havada

Bir soyluluğa dört ağızdan koşalım. (Türkiye Oscar Wilde'ını arıyor).
Hepimiz yeniden ve yeniden edebiyata ve felsefeye saldıran ahtapotlar olalım. (O güzel hayvanlar). Dostlarımızı özleyelim. Tütünle azıcık başbaşa kalabildiğimizde en önce onlar aklımıza düşsün. Sonra hiç pişman olmamayı deneyelim. Sanki böyle birşeyi başarabilirmişiz gibi. Eğer pişman olursak da, ki olabiliriz, gururlu olduğumuzu bilelim de, bir daha gerilere dönmeyelim. Çünkü daha önce kim bilir kaç kere dönmüşüzdür. Haksız mıyım? Yeni dostlar çoktan bize yeni serüvenlerle gelmişlerdir artık. Başka akşamlara. Başka kış loşluklarına sokulmuşlardır.Böyle böyle. Kim bilir kaçıncı kez birbirimize sokuluruz.

İşte Bursa'dan ziyaretime geleceğini telefonla bildiren (bir ankesörlü telefon adamıdır, bir yersiz yurtsuzdur), başucundan "Yoldaki İşaretler"i ve "Suç ve Ceza"yı hiç ayırmayan o güzel insan gibi. Ansızın o fakir Kocamustafapaşa'da beliriveriyor, kendisini oraya bırakan, o acılı Cerrahpaşa durağını da bağrında büyüten 35-C'ye şükranlarını sunmayı unutmayarak. Ve bütün beraberliğimiz boyunca dilinde hep "şükür" ve "şükran"..

İlk geceyi çay ve börekle deviriyoruz. Çekingen, naif ama yine de buram buram edebiyat kokan dostum kanepe köşelerinde çay içiyor. Mahallemin yirmidört yılda iki kez gittiğim Şeyh Raşid Camii en güzel günlerinden birini eminim onla yaşamıştır, onun safa vermesiyle. (Cuma'ya gitmeyeli çok oldu, bayramları ise kaçırmam - bir de Türk Müslümanlığı yok derler / galiba bu gidişle 28 Şubatçı da oluyoruz, kaçırmam ama başka bir camiye gider gelirim). Köşebaşındaki cami. Bir romanın konuğu. Oluyor, olacak. Siyaset, sanat, sosyoloji, felsefe.. Dostumuz ve üstadımız konuştukça kırlangıçlar erkenden geliyor, günler uzuyor. Su ferahlığına yelken açıyoruz.

Ertesi gün tabanvayla Eminönü. İkimizin de üzerinde aynı toyluk. Bir tereddüt. İbrahim Çubukçu, "Sezai Bey'e mi gitsek?" diyor, "Karakoç.." Aynı tereddütler. Çekinceler. İstanbul'a kardan sonra bahar gelişin ikinci günü. Birkaç saat Karaköy'de oyalanıyoruz. Sezai Karakoç 5'te gelecekmiş. Beş'e dek kıyı sohbetleri. Sadece farzları kılınmış bir namaz (ben sözüme sadığım. O gidip gelip kılıyor. Ben dışarıdaki banklarda oturuyorum). Bunun adına da nezaket diyorlar. Dostlar yalnız bırakılmamış. İlle de bırakılmamış oluyor.

Parti toplantısının mı ortasındayız, yayınevi toplantısının mı? "Beni yalnız ko'ma İbram Çavuş" diyorum, "ben toyumdur..anlamam bu işlerden.." Hemen bir köşeye geçiyor o eski zaman hanının kuytu odasının bir köşesine. Çaylar bekletmeden geliyor. Eller kavuşturulmuş. Sorular, soruşturmalar. Bulantılar. Beni zaman zaman yalnız koduğunu hissediyorum. 

Kekre tad. Handan çıkıyoruz. Çubukçu İbram Çavuş ve ben. İki toy.

Yaşarken bu çınarı gördüğüme mi sevineyim? Burulursam neye burulayım? Enis Batur: "Sezai Karakoç çeşmesi" diyor, "ben de öyle diyorum o hâl.."

Uzun bir susku bulutu evlerin üzerinden geçiyor. İbram Çavuş tanıştığımızda şöyle demişti: "yarın öbür gün boyacı bir çocuk Süleymaniye'ye bakarken bunu köylüler mi yapmış?" diye mi soracak..

Bir çinko dam bahara hazırlanıyor.

Aksaray'da gece oluyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.