Batı'dan ithal edilen her şey bu topraklarda, bu sıkıştırılmış ve aşk-nefret ilişkiciklerinin gündemi tayin ettiği topraklarda, geçersiz olacaktır ya da kalacaktır diye bir yargıya varılabilmesinin maddi dayanakları yok. Bu kabulle başlayalım. Sanat tarihimize damgasını basmış bir kübizmden bahsedilemez, Batı müziğinin kültürel gen uyuşmazlığından ötürü devre dışı kalması da ıskalanamaz ama örneğin sessiz ve derinden bir varoluşçuluk handiyse günümüze dek uzanan kılcallarıyla romanımızı etkilemeye devam ediyor. Demir Özlü, Ferit Edgü nüvesinde kalan bir duyuştan ötede, bilhassa "anti-kahraman"ların damga bastığı 80 sonrası romanımız bile "kısmi" bir varoluşçuluğun tohumlarının ekildiği tarladan besleniyor.
Ama örneğin reelde bir Türki sosyal demokrasiden söz edemiyoruz. Başka pratiklerin etkisinde çabucak kalmaya hazır ve zaten de kalmış olan bir siyasi aktivite alanı olarak geçiyor sosyal demokrasimiz kayıtlara. Türkiye'deki bütün siyaset denemelerinin üzerinde bir hakim renk olarak tasarlanan Kemaloji kültürel kodlarımız red tavrı alsa da, tıpkı siyasi rakiplerinin bazıları gibi aslında çok derinlerde bir yerle uzlaştığı için sağ ve sol kopuşları silip süpürmediyse de, atıl kıldı.
Tıpkı bu topraklardan özel bir çabayla def ettiğimiz Ciorancılık gibi oldu kaderi. Hatta daha trajikomik gerçekleşti diyebiliriz. Nitekim Ciorancılığın başarısızlığını masaya koyduğumuz anda Cioran muhiblerinden başlıcası sevgilisiyle birlikte "üzerinde güneş batmayan topraklar"a kaçtı. Yakıştı. Güzele ne yakışmaz!
Yusuf'un duru güzelliğini anımsıyorum. Uzun boylu bir Samatyalı. Atıl kalmış bir döl roman yazılıyordu iki sene önce. Dip odalarda. Romanın patika kahramanlarından biri mutlak Yusuf olacaktı. Fethullah Hoca'nın başarılı dershanelerinin arka sıralarında tanıştığımız "hippi Yusuf".
Değişen günler Yusuf'u da öldürüyor. Belki de Yusuf ölmeli.
Yusuf, Santral İstanbul'da buluşalım, diyor. Muazzam huzurlu bir yer. İzm'lerle işim yok idir, diyor. Çok öncenin Beyoğlu kahvelerinde pipo yakmayı deneyen, felsefi olmayan bir merakla Nietzsche okuyan, şarap içen Yusuf'unun ağzından çıkıyor bu sözler.
Sıkıldığımızda Kocamustafapaşa meydanındaki parkta rastlaşıyoruz ve Kardeşler Ocakbaşına gidip 30'luk bira içiyoruz.
Aynı Yusuf. Otuzunu bulmamış güzel yüzüne iliştirilmiş mutlak dudak ifadeleriyle ve hırsını alarak birşeylerden tekrar ediyor: "İzm'lerle işim yok.. Huzur arıyorum.."
Ve aynı Yusuf'tan öğreniyoruz bir ismi. Görselliğe kapı açan, haz masallarına yolculuklara çıkaran bir edebiyatçı. Bukowski. Politik aidiyetsizlik, alkol ve kadın düşkünlüğü ve nihilizmin içiçe olduğu bir adam.
Politik angajman yoksunluğunu sinik bir entelektüel tavra dönüştüren Türk entelektüel mahfilleri 80'lerle birlikte "üretim ekseninden", haz tüketim eksenine kayıyor. O günlerin safrası sahaflarda dolaşıyor. Sarı ve eprimiş sayfaların arasında aynı çilekeş olmayan bilerek hırpalanmış suret. Yusuf, Bukowski'de kendini bulduğunu söylüyor. Aynı motto dolaylı halleriyle Türk entelijansiyasının da dilinde. Bugün sahaflarda pür bir merakla dolaşıldığında aynı dil göz kırpıyor.
İçmek, sevişmek, kusmak..
Kültürümüze pek yabancı bir ses değiyor. Kusmak.
Punk kırması kaçkınların envai düşkünlüklerine paravan ettikleri eylem.
Politik arzuları olmayan bireyin haz sahnelerinin kararan ışıkları. Kent yataklık ediyor ten sefalarının ardına, yaralarını kapatıyor. Kentin ışıkları kusmanın ve yeniden şarj olmanın, teni yabancı ve anonim tenlerle bilemenin ve pişmanlıktan uçucu birşeymiş gibi sıyrılmanın sembolize olduğu bu tavırda sinsice gizleniyor.
Kusuyorsun ve yeniden şarj oluyorsun.
İnsan bile bile uzak ve soğuk dalgalarla koyun koyuna kıyıya çarpmayı yeğliyor. Sadece isminin masumiyetinden ötürü ululayabileceğimiz Yusuf Samatya ya da Yenikapı kıyılarına hınçla çarpıyor. Uzaklarda bir yerlerde buz gibi Dvorak çalıyor.
Bukowski politik risk almıyor. Amerikan rüyasının kunt duvarlarında kurguladığı "nihilizm" içe doğru patlamıyor mu?
Acı bilgi kanadında ise: hasbelkader bir Bukowskici, hele ki bir Türk Bukowskici, dağınık ve hırpani dünyasına dair hikayatı anlatan yazılarını bir kadına aktarabilme imkanı bulursa ve yine şansı yaver gidip de bu kadından bir buluşma koparabilirse, çamaşırlarını değiştiriyor, kötü kokmamaya gayret ediyor, alkolün kötü etkisinden arınmanın çabalarına girişiyor ve son olarak erken boşalma ihtimaline karşı eczanın merhametine sığınıyor.
Bir Türk Bukowskicisi bir kez daha kendini yalanlıyor.
Sabah uyanıp suların çoktan çekildiğini gördüğümüzde kıyılara vurmuş binlerce ve mosmor denizyıldızı ölüsü yatıyor.
Karikatür: Umut Sarıkaya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.