"Öyleyse, bir görüşü, herkesin yaşaması
gereken kaçınılmaz olarak doğru bir görüş diye sunmaksızın sadece tek bir
kişinin yaşayabileceği doğru bir görüş olarak sunmak imkânsız mıdır? Sanırım
Nietzsche sonunda bu güç problemin üstesinden gelemeyeceğinden
korkuyordu". (Alexander Nehamas, Nietzsche Açısından Edebiyat Olarak
Hayat, s.61).
"Yılmaz Özdil gibi yazayım; maaşımın
yarısını versinler razıyım".
(Salih Tuna,
Yeni Şafak, 31 Ekim 2012).
"Bir de hayatın gerçekleri var..."
(Hakan
Göksel, Haber7.com, 5 Aralık 2012)
"Dünya sürekli olarak değişim ve
gelişim içerisindedir. Bu değişimin belirtilerini doğal olaylarla rahatlıkla
gözlemleyebiliriz. Günlerin geçmesi ile yaşanmış olaylar hatıralardaki veya
mazideki yerini almaktadır".
(Kayhan Ümit
Kutlucan, Belediyelerde Stratejik Planlama Uygulaması, Yüksek Lisans Tezi, 2009,
Giriş).
Sahi bize Türkiye'nin ciddi bir
ülke olduğunu kim söyledi ki? Türkiye bir oyun alanıdır. Buna ne şüphe.. Ancak
oyun oynanırken kuralların değişmeyeceğine dair kanaatimizi zedeleyecek denli
bir oyunun da içinde miyiz? Öyle gibi duruyor. "Kurallara karşı çıkan ve bunlara uymayan bir oyuncu oyunbozandır",
diyor Huizinga. Biz, sanırım, her halükarda hem bu oyunun dışına itiliyoruz
hem de bu oyunun ansızın "oyunbozanı" oluyoruz. Bu bizim kaderimiz.
Kaderimiz kadarız. Peki ya hangi oyun? Politik, jeo-stratejik saiklerle
donanmış mühim laflar etmek değil kastım. Estetiğe referans veren bir şeyden
bahsediyorum. Hayatlarımızı tam ortasından bölen bir estetik alana.
Dolayısıyla hem yalakalığın hem
de muhalifliğin, hem ateşli inancın hem düşmanlığın bir estetiğe sahip olması
gerekliliğinden bahsediyorum. Bugün bu tarafgirlik estetiği ne acı ki elimizden
alınıyor..
TV'de, salonlarımızda, Nurdan
Gürbilek'in incelikle tarif ettiği salonlarımızda, 80'ler ve 90'lar boyunca
önce babası, sonra kendisi bir "Esad"dır gidiyordu. Babasının
ceberrut rejiminin yüzünü Batı'ya açan, internete açan, reformlara açan adam..
Konjonktür bu iken, Beşar Esad, Beşar "Esad"dı. Sonra konjonktür, iri
harflerle değişti. Sular ısındı. Renkler sürüklendi. Esad kardeşliği, dostluğu,
ittifakı temsil ederken, Esed zulmü temsil etmeye başladı. Bundan ötürü birden,
kendisi, "Esed"liğe terfi etti. Esed, bugünden bakınca, son bir yılın
"Esed"i artık. Bunu "anla"-mış gibi yapabiliyoruz.
Ancak estetik meselelere tam da
bu noktada terfi ediyoruz. Esed söylemi bir koro tarafından muazzam bir keyifle
destekleniyor. Tüm yazılarda Esad, Esedliğe tenzil-i rütbe ediyor. Bugünden
bakınca Esad'a Esed demek bir politik tarafgirliği, Esad'a Esad demek ise bir
başka politik tarafgirliği vurguluyor. Sahi bu adam Esad'dı ve ne ara Esed oldu
demek ise, Huizinga'nın dediği yer oluyor. Yani "oyunbozanlık". İbrahim
Karagül neden oyun bozan ve Salih Tuna neden oyunbozan değil. Sahi bu gündem
neden bunca hızlı değişiyor ve biz neden oyunun dışında kalıyoruz? Bugün
ülkenin bir yerlerinde elinde CV'si ile işe girmek isteyen birinin Esad'a Esed
diyip demediğinin bir önemi var mı? Bugün bir mahalleden içeri adımlamak için
Esad'a Esed demenin bir ön kabul getirdiği gerçek mi?
Madem, Esad büyük bir şakaydı
sevgili Frank.. ona nasıl gülebilirdik? Gülmedik, onu Esed'e çevirdik. Türkiye
büyük bir oyun yeridir. Bu oyun, çayhanelerde, berberhanelerde, birahanelerde,
yazıhanelerde, gasilhanelerde, lotohanelerde, totohanelerde oynanan tüm
oyunların toplamıdır. Bin bir etimolog, bin bir Arapça âlimi bir araya gelseler
ve Esed üzerinde mutabık kalsalar da, tren kaçtı bir kez..o bizim sıkıca
sahipleneceğimiz adı ile Esad'dır. Çünkü tuhaf bir biçimde Türkiye, Esad'a Esad
diyenler ve Esed diyenler diye bölünmüş ise, bir taraf kinik bir biçimde,
"vur de vuralım, öl de ölelim" tadında Esed diyor ise, bir tarafa da
düşen ateşler içinde Esad ismini savunmaktır. Savunma hücumdan başlar. Modern
futbolun felsefesidir.
Bir kez daha sorarlar? İnanmanın,
sahiplenmenin, muhalefetin, ateşli tartışmanın hepsinin ama hepsinin bir
estetik düzeyi, bir etik düzeyi vardır. Ve bu oyun içinde bir adama sırf
belirli bir tarihten itibaren Esed denilmeye başlandığı için, otuz iki kısım
tekmili birden Esed demenin bir anlamı, bir mânâsı, bir dayanağı, bir estetiği
yoktur. Üstelik bütün teknik izahat onun Esed olduğuna bin bir kanıt getirmiş
olsa bile...
İnsanlar için tehlikeli olan kötü
olan değildir. Kötü zaten kötüdür. Kötüye sırt çevirebilme olanağı hep
mahfuzdur. Kimse Serdar Ortaç dinlemekle mükellef değildir. Asli tehlike
vasatın damarlarında gezinen asil kanda mevcuttur. Vasat olan kemirir,
alıştırır, kendisini sıradan ilişki kanalları ile muhattabının sürekli
başvurmak zorunda olduğu bir alana sıkıştırır. Vasat, "mış gibi
yapmanın" temrinidir. Bu nedenle vasati olana meyletmek bu noktada
"Esed"de kendini göstermiştir. Belirli aralıklarla Sezen Aksu
dinlemekte, Acun Ilıcalı izlemekte, Yılmaz Özdil okumakta tezahür eden vasat,
bu kez kitlesel, korosal, magical bir biçimde kendini "Esed" demekte
teşhir etmiştir.
Bu, aynı zamanda, güneşsiz bir
akşamüstü Üsküdar'da bir çayhanede kırk yıldır Esad dediği adama, Kafka'nın
böceği gibi, bir sabah uyanıp ansızın Esed diyen adamın büyük çaresizliğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.