Fotoğraf: Ufuk Akbal |
1 # Rüşdü Paşa, İsmail Pelit değildir.
Dolayısıyla, Ankara-Konya hızlı trenine bindiğimizde yanımızda oturan İsmail
Pelit değil, Rüşdü Paşa idi. Onun çocukluğuna, gençliğine gidiyor idik. Beklentimiz
Proustcul imgelerle örülü bir seyahat idi. Dolayısıyla; kokular, tadlar,
mimari, insan yüzleri, çarşılar ile sadece Rüşdü'yü değil; kıyısından bizi de
içine çeken - çocukluğumuzla bir karşılaşma. Ancak sükût-u hayale uğradık,
diyebiliriz. Karşılaştığımız manzarada iki şey var ancak ikincisine
birincisinden geçilmeden gidilmiyor(muş). Bu birinci; Konya'nın AKP tipi
kalkınmanın laboratuvar şehirlerinden biri olması. Birbirinin üzerine yürüyen
insanlar; 8'li 10'lu gezen erkek kâfileleri; neden ve nereden tezahür ettiği
anlaşılamayan trafik; lezzetin, havanın, suyun, mimarinin hızla yitirilmesi.
Ancak bundan mutlu oluş, başbakanın Konyalı oluşuyla övünüş, tuhaf bir tarihin
içinde olduğunu ve onu yaptığına dair özgüven duyuş. Oysa ki; Lefebvre’nin
dediği gibi; “nesneleşme/ meta tahakkümü üslup ve yaratıcılığı öldürmüştür”[1].
Bundan geçemeyince ikincisi zaten yok.
Türkler, içinden geçtikleri tarihte
zihinsel anlamda diğerlerinin ve benzerlerinin özgüllüklerini hiç umursamayan
bir kabile. Köküne kadar kapitalistleşirken, modernleşirken, dünyevileşirken bu
sürecin başına bu sıfatlardan biri değil de, "Osmanlılaşma, Büyük
Türkiye" vs. koyulduğunda tarihin dışına çıkıp; onu yapan/kurgulayan
konumuna geliyorsunuz. Bunlar hiç yokmuş gibi. Ayfon'larla, pahalı içeceklerle,
kot mağazaları ile, rezidanslarla dolu buna benzer bir öğle sonunun Şili'de,
Hindistan'da, Malezya'da da eşzamanlı olarak ve bir "umut kırıntısı"
olarak yaşanıyor olmasının bir anlamı yok. Lefebvre, burada yardımımıza
yetişiyor: "(..) gündeliklik ve modernlik, karşılıklı olarak birbirini
belirtir ve gizler, meşrulaştırır ve telafi eder"[2].
Yumuşak ve sert sosyolojiler var. Konya,
başta değindiğimiz şeyin içinden, başına gelenden habersiz bir mutlulukla, sert
bir şekilde geçiyor. Mekanın yüksek hızında somutlaşan sert sosyolojiler (tıpkı
kitap fuarları gibi) ilgimi çekmediği gibi, beni tehdit altına alıyor. Kendi
kendime kurduğum mikrokozmos'a cepheden bir risk üretiyor. Lefebvre; modern
gündelik hayatta soyut korkuların yerini, biçim değiştirmiş ama somut ve
gerçekçi korkuların aldığını söylüyor[3].
Bunu, Konya'daki kaldırımlarda kendime kaçacak yer ararken daha iyi
duyumsuyorum.
Peki ne yaptık?
- Trenden indikten sonra merkeze kadar
uzun bir yürüyüş; Bolu'da etli ekmek, mevlana ve peynirli börek; Mevlana'yı
ziyaret.. Ve Meram Yeni Yol dolmuşuna binip, son durağa gitmek; son durakta bir
çay bahçesinde "Afrika" atelyesinin bir oturumu (Anlaşamadık
dolmuşçuyla - ona göre biz buraya gezmek için gelmişsek son durakta değil, çay
bahçelerinin orada inmeliydik). Rüşdü çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği eve
gitmek istemedi. Biz de çok zorlamak istemedik. Bunun dışında, yitirdiğimiz
Proustcul etkiyi hangi form verebilir diye düşündüğümüzde aklımıza kötü bir
fotoğraf makinesi ile dolmuşun camından çekilen fotoğrafları ard arda dizmek
geldi.
2# Meram Bağları artık yoktu. Bağ
evlerinin çoğu villa olmuştu. Bu yitirilmişliği ise yüksek estetiğin ışık-gölge
oyunları veremezdi. Tam bu esnada bir yağmur başladı. Dolmuştan dışarıya
taşırmaya çalıştığımız bakışlarımızla Yeni Yol manzaraları arasına bu kez de
iri su damlaları girdi. Yağmur ve rüzgarla dövülmüş ve iyice flulaşan bu
manzarayı ardı ardında fotoğraflamaya başladık. Fotoğrafların kalitesi
beklediğimiz gibi, düştü, düştü, düştü ve silindi. Böylece, Meram da silindi:
çocukluğa hapsoldu.
Günün sonunda ise beklediğimizin aksine
hiç de Proustcul olmayan bu macerayı, Meram Yeni Yol'da, son durakta yaptığımız
Levent Yılmaz atelye çalışması ile nihayete erdirdik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.