Ufuk Akbal’ın çıkışı maalesef çok
karmaşık bir zamana denk geldi. Bir parça bu karmaşıklığın yüzünden de onun
şair mizacının zedelendiğini düşünüyorum. Belki de şairliğine olan inancını
kaybetti bir ara. Gerçek şairliğin, şairliğe olan inancı her an kaybetme
korkusundan geçtiğini bilen bilir. Şairsindir. Ama şairsin memur değilsin.
Belki şair olarak mukimsindir. Ama esersiz bir şair olmak. Bu da işe yaramaz
görünür insana.
Arya Kamali |
İnsan bir şiirle karşılaşınca, galiba
bir daha böyle bir şeyle hemhal olamayacağımın heyecanını yaşıyor ilkin. Ne
demek şimdi bu? Şiir insanı birden diriltiyor. Kendine getiriyor. Bir söz
duyuyorsun ve içinde kalıbını bulmuş ama akamamış bir çok şey harekete geçiyor.
Bir hayal meydana geliyor. Bir düşünce var oluyor. Herhalde Lenin gibi bir
aksiyon adamının yanına aldığı iki kitaptan birinin şair Goethe olduğunu biraz
anlıyoruz bu sebeple. Şairdeki teksif etme gücü, dünyaya karşı bir yer arama
merakı bu, insanı dirilten. Çünkü düşünmek istiyorsak öncelikle bir kaybedişin
husule gelmesi lazım.
Bu kadar söz niye? Belki bir ışık
olur.Bir sancı oluşturur. Biri de çıkar ben niye şiirle baş başa kalamıyorum
der diye. Bir telefon konuşmasında duymuştum Ufuk’un bahsedeceğim şiirindeki
mısralarını. Karşımdaki, hafızasında hayli şiir ezberi olan iyi bir şairdi.
Sözün bir yerinde Ufuk’un şu mısralarını mırıldandı:
"bob dylan dinlenen o kış barının
camlarına burnunu dayamış,
o kırmızı burnunu ve dr. grimshaw gibi
bir damlacık akışkan şey burnundan ve vaaz verirken,
dışarısını izleyen sen,
en hayran-yoğun duygularımızla
baktığımız.
bir zamanlar abimizdin" ( Duvar, 19 )
Kış şairi Ahmet Muhip’in “ne güzel
komşumuzdun sen” sesini hatıra getiriyor. Edip Cansever’in Ahmet Abisi’ni bir
yandan. Bir yandan Haşim’in O Belde’si. Bütün bu akrabalıklar
kurulabilir aslında bu şiirle. Yoksa bar ortamı kaldırabileceğim bir ortam
değil. Ama hayret ve dostluk her dem teneffüs ettiğim bir şey. Ve kaybolmuş
gitmiş zamanların eski canlılığını hiç unutamam. Bir kış, dört şair kolkola bir
fotoğrafta. Ortada yaşlı şair. Üç dört yıl sonra hepsi de başka şeylerle
meşgul, hatta birbirlerine düşman filan. Bunun gibi bir çok hatıra. Şiirin
altına Cenk Taner notu düşmüş Ufuk. Belki onu kastediyordur. Ben Zonguldak’taki
Elif Çay Evi’ni hatırladım. Ruşen amca vardı. İkinci Dünya Savaşı hatıralarını
anlatırdı durmadan. İdris Küçükömer’den filan bahsederdi. Orhan oralı olmazdı
ama soba gürül gürül yanarken pek hayret ederdim bu manzaraya. İki binlerin
başlarında gerçekleşiyor bu dediklerim. Şimdi Ruşen amca ölmüş, Elif Çay Evi’ni
de yıkmışlar. Nostalji sevmem ama böyle kayboluşlar insana koyuyor. Ufuk
Akbal’ın muhteşem tasviri böyle paralellikler sunuyor işte. Herkes kendi
nasibince anlar gider.
Ömer Faruk Dönmez’in son kitabındaki
şeyh portresine de çok uygun. Şeyhleri bir akşam geliyor ve sohbet ediyorlar.
Ve sonra kaybolup gidiyor. Ne yapar, nerde yaşar onlar da bilmiyor. Bu şiirin
böyle iddiaları olmamasına rağmen bana bir tarafıyla da melami meşrep geldi.
Ufuk’un şiirin başına yazdığı Özdemir
İnce mısralarıysa başta bahsettiğim aradan kurtulmayı aksettiriyor belki de.
Belki bir yıldır bir yerlerde görünüyor Ufuk. Gelgelelim kimseler yok
dercesine, karanlık kuyulara benzeyen şiir ortamımız, değerli madenleri
keşfetmekte ne kadar sorumsuz olduğunu bir kez daha ispat etmiş oluyor böylece.
Kaynak: http://siiricinhasiye.tumblr.com/post/136625152122/2-ha%C5%9Fiye-ki%C5%9F-gelince-ufuk-akbal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.