Levent
Yılmaz’ın son şiir kitabı “Ada ile Brunik” Şubat 2017’de okuyucuyla buluştu. Bu
yazıyı yazmadan önce muhtelif vesilelerle muhtelif yerlerde hatırlattığım bazı
hususları yine vurgulamalıyım. Şair hakkında Meram: Yeni Yol Fanzin’de daha önce bir fanzinin gerektirdiği hacmi
fazlasıyla aşan etraflı bir atölye çalışması gerçekleştirmiş ve bu çalışmayı
yönetmiştim. Son olarak Tezgah Fanzin’deki söyleşide Levent Yılmaz sevgim
çevresinde gelişen “karakoyunluğumun” altını çizmiştim. Bunu güçlendiren son
gelişme, bizatihi atölyeye katılan bir dostumun geçen hafta bu çalışmaya
ilişkin, “enerjimizi daha iyi işlere ayırsaydık keşke” demesi oldu. Levent
Yılmaz’ın son kitabı “Ada ile Brunik”i de önce kendisinden ödünç aldım,
ardından temellük ettim. Bu yazıyı kaleme alırken beni ilk motive eden faktör
de yine bu karakoyunluk duygusu oldu.
Ada
ile Brunik’in Afrika’yı mumla aratacak kadar zayıf bir kitap olduğunu birkaç
yerden işitmiştim. K24 editörünün hatasıyla 4 farklı şiir olarak kamuya taksim
ve takdim edilen parçalardan kitabın bütününe ilişkin bir fikir yürütmek mümkün
değilse de, ilk izlenim de bu zayıflık algısını güçlendirir nitelikteydi. Ancak,
mesele Levent Yılmaz’ın yeni şiir kitabıydı ya, biraz da bu iddiaları çürütmek
için fermaya yatmış bekliyordum. Doğrusu, kitabı elime ilk aldığımda ve henüz
ilk dizelerle birlikte iyi bir Levent Yılmaz kitabıyla karşı karşıya olduğum
hissi ile dolsam da, ne yazık ki, bu his
kitabın henüz başından itibaren adım adım erimeye yattı.
*
Ada
ile Brunik, iki yekpare şiirden oluşuyor. İlk şiir, “Ada Değildir”. İkincisi
ise “Brunik Defteri”. Yekpare şiirlerin – ki ilki 27; ikincisi ise 36 sayfa- en
temel meselelerinden biri “soluk”. Şu
sorularla baş başa kalınıyor; “Bunca uzun bir şiirin şairinin soluğu yetmiş mi,
şiirini ve meselesini okuyucuya kesintisiz bir güçle aktarmaya?”. Sonda
söyleyeceğimizi baştan söyleyelim; soluk bazen “magnezyum alevi kadar” kısa ve
aldatıcı anlarda güçlense de, şairin maratonun tamamında tıknefesliğe mahkum
kaldığını görüyoruz.
İşbu
magnezyum alevi kadar kısa anlardan birine kitabın ilk dizelerinde rastlıyor ve
umutlanıyoruz. “Seni özleyen biri var
burada/ şefkatli bir gök altında/ sesini/ o en eski dünyalardan gelen/ elma
kokulu sesini özlüyor” (s.15). Buradan hem Afrika’daki “seninle yediğimiz ilk kavun gelir aklıma/
içim ısınır yüzüm güler” dizelerindeki gerçekten iç ısıtıcı lirik/pastoral
dünyaya hem de onun da öncesine davet ediliyoruz. Yani “gergin bir yay ve içi
boş bir saz olarak insanın en eski hikayesi, varlıkların birbirilerini sevebilme
imkanı” olarak takdimde öne çıkan cümlelerde ifade edilen antropolojik
desenlere.
“Kalbi patlayan
biri var burada/ eflatun bir gök altında”… ve “sana
baktığında sadece güzellik gören bir oğlak”
(s.16); “dünya bize bir şey
söylüyor galiba/ burada kabaran içimiz ve gelgitlerimizle/ ikimiz varız, yalnız
ikimiz” (s.19) gibi dizelerde tesis edilen ve güçlü kitap Afrika’nın yarattığı
iklimden kopulmadığını ispatlayan bu güç “ilk insanın hikayesine” ilişkin vaat
edilenlere karşılık veriyor gibi gözükse de, sonrasında pek de öyle olmuyor ve vaat-performans
mesafesi itibari ile Afrika’nın altında kalındığına şahit oluyoruz. Çoğu yerde,
kötü bir Afrika replikası ile karşı karşıya kaldığımızı hissettiren dizeler bu
gücü silip süpürüyor; “Deniz kıyısına
vardığımızda koyunlarla/ kavun gibiydi güneş” (s.77); “mandalina kokan bir gök altında/ yabanmersinleri ve cevizlerin
üzerinden/ bir bulut geçiyor, kar bulutu sanki (s.20)”. Bu dizelerin çok
daha güçlülerini, daha kuvvetli bir poetik tasarım içerisinde Afrika’da
okuduğumuzdan, burada yeniden ve daha zayıf bir şekilde üretilmiş halleriyle ikna
edici olamadıklarını görüyoruz.
*
Ada
Değildir’in öznesine ilişkin şu soruları sormak mümkün; Kim bu adam? Nereden konuşuyor? Burada ilk insanın kim olduğuna ve
onun gündelik pratiklerinin şiirde karşılık buluşuna ilişkin spekülatif
teşebbüslere, Tonyalı Balıkçılar çevresinde kopan haklı kıyamet nedeniyle prim
vermeyeceğiz. Ancak, şunu sorabiliriz; bu özne “bir tepeden ovaya, denize,
sonra da yanındaki kadına bakan ilk insan mı; faturalardan ve el mecbur
seyahatlerden bıkmış bir literati mi yoksa?” Örneğin; “Hayatı ıskalamış bir herif var burada, hafif tombul” (s.17);
“Çalışmanın yorduğu biri var burada/ aslında üzüm bağları arasında koşuşturmak/
şenlik ve gece ateşleriyle söyleşip/ eski zaman hanendeleri gibi açılıp
sahilden/ arkasına hiç bakmak istemeyen” (s.21) dizelerinin yarattığı
efekt, aslında o ilk insanın sesine ilişkin kurulmak istenen iklimi de
zayıflatıyor. Bir diğer deyişle, buradaki öznenin dimağı, imajinasyonu, kozmoloji
algısı bir ilk insan gibi işlemiyor ve bu gidiş-gelişler bir demistifikasyon
yaratıyor. Belki de, mistifikasyon hiç tesis edilemiyor.
Oysa
ki, Mesut Varlık hurriyet.com.tr’deki yazısında tam da bu gidip gelme halinden
hareketle, “Levent Yılmaz’ın tarih ve güncel ile kurduğu bu ilişkinin apaçık
hale geldiği ilk şiir kitabı” olarak niteliyor. Ona göre Yılmaz şiiri; bir
aşktan diğerine, bir şehirden diğerine, bir toplumdan diğerine, bir zamandan
bir diğerine geçişin şiirleri ve Levent Yılmaz’ın hep “geçiş” insanı olduğunu
ilave ediyor[1].
Bana kalırsa burada övülen ve poetik anlamda bir şeyleri başardığı ima edilen geçiş
hali, şiirin etrafında kurulan iddia ile karşılaştırıldığında şiirin başarısı
değil, başarısızlığı olabilir ancak. Levent Yılmaz, aslında Afrika’da büyük
başarıyla ulaştığı bu geçişe erişememesi nedeniyle Ada ile Brunik böyle güçsüz
kalıyor.
Asuman
Susam da, Levent Yılmaz’ın verimli tespitlere imkan tanımayan kitabından az
sayıda tespit damıtmaya ve bunları teğellemeye- bu kritik fiile geri döneceğiz,
çalışanlardan. K24’teki yazısında Levent Yılmaz’ın bu geçişliliğinin, “çalışmanın
yorduğu modern bireyin tarih içerisindeki kuruluş hikayesine ışık tuttuğunu”
söylerken, Yılmaz’ın yeryüzünün ve insanın hikayesini yeniden kurduğu gibi
kocaman bir iddiayı masanın üzerine bırakıyor[2].
Bu
özneye ilişkin bir iddia olarak elbette dillendirilebilir. Ancak, bu öznenin
hangi poetik imkanlarla öne çıkartıldığını konuşmaya gelindiğinde, bu
argümanlar laf kalabalığının ötesine gider mi? İşte burada, felsefi
araştırmalar değil, bir şiir kitabından beklediğimiz poetik kudrete ilişkin
soruşturmalar devreye giriyor.
*
Poetik
kudretin yakalandığı yerler elbette var. “belki
o zaman sevinebiliriz, taylar ve danalar gibi, gülerek / zıplayarak, inleyerek,
sikişerek, gürcistanımızı bulmuş gibi” (s.32) dizeleri, bu kudretin tesis
edildiği ve kitabın bütününde en sevdiğim dizelerin arasında. Bu tesisatın sürdüğü ve gücün geri kazanıldığı
az sayıdaki diğer yerler, öznenin kendisine başından geçenleri anlamak için
sorular yönelttiği dizeler. Örneğin; “dünya
mı böyle, ne zaman gitti güzellik, terk etti bizi?” (s.29); “Dünya tekerrürden mi ibaret? Eskiden,
geçmişken/ ramak kalmıştı felakete/ korkmuştuk. Ya şimdi? /Ne yapacağız şimdi?”
(s.47); “Otlar! Nasıl tanıyacağım sizi/
neye iyi gelirsiniz, nasıl bileceğim?” (s.49) ve “Ne yorar bizi, eski mi, dünya mı?/ Bir anda mı eskir yeni dünya?”
(s.70). Yılmaz, bu sorular üzerinden yumuşak, şüpheci ve merhem tadında bir
iklim oluşturabiliyor. Aslında, o çok övülen geçiş halinin başarıldığı yerler
bana kalırsa buralar. Ancak, buralarda güç kazanıldığı anın hemen akabinde
yitiriliyor.
Oysa
ki, böyle verimli bir temada; yeryüzünün üzerindeki katbekatmanlaşmış şeyin henüz
olmadığı/evreni sarmalamadığı bir durumda, ilk insanın gözleri, bir ovaya
baktığında dikey zamanı/tarihi de görebilir. Bu yüzden belki de Yılmaz, “Tarihten Korkuyorum” der. Bunun için
işte, güçlü bir lirik-pastoral teşebbüse/ya da lirik-pastoral özneyi tarif eden
bir poetik güce ihtiyaç vardır. Burada akla, böyle bir pastoral-lirik iklim
tesis etmek için, “seslerden hiç mi istifade edilemezdi?” diye sormak geliyor.
Doğanın seslerinden insanın konuşmasına daha müzikli ses yelpazesinden (rüzgar,
arı, yağmur vs.) ve dünyayı çevreleyen akustikten.
*
Peki
başka neler sorulabilir, bu şiire? Afrika, Yaşar Kemal tarafından “görkemli bir
yeni şiire bir temel” diye takdim edilmişti. Direkt, görkemli bir yeni şiir
diye takdim edilse, cürüm bu kadar büyük olmazdı belki de. Ancak, bu şiirin bir
şeylere temel teşkil edeceği/yani poetik bir gücünün var olduğu ile ilgili bir
vaat içeriyor ve bu bir sonraki kitapta da hala kullanılıyorsa, burası eleştiri
için verimli topraklardır. Örneğin; Ada Değildir bittiğinde elde birçok klişe
dize ve oldukça kötü bir kapanış kalıyor. Buluşlu ve güzel duyuşlar içeren
ifadelerin böyle uzun bir şiir içerisinde oranı oldukça düşük. Yüzlerce dize
içerisinde en başta işaret ettiğimiz kısa ve aldatıcı diyebileceğimiz dizelerin
sayısı bile o kadar azalıyor ki.. Bu yazıyı yazmak için kitabı gözden
geçirirken, aldığım notların sayısının düştüğünü görüyorum. Bu durumda, soruyoruz,
bu muydu “görkemli bir şiire yeni temel”?
Özellikle,
iyi başlayan ve keçiboynuzu tadı veren Ada Değildir bittiğinde, şairin
nefesinin yetmediğini görmekle kalmıyoruz, bizi kırka yakın sayfa yeni bir
şiirin yani Brunik’in beklediğini görüyoruz. Soluk yetmediğinde de klişelere
saplanmak makus talihe dönüşüyor. Şu dizeler örneğin; “bilememişi, bulamamış nerede ne yapar / mekanı değil, aynı zamanı
paylaşmakmış aşk” (s.39). Evet, böyle kapanıyor Ada Değildir. Cımbızla iyi
dize avcılığı yapılan ancak böyle kapanmaya mahkum şiirler. Ve lirik öznenin
kıvraklığını iyiden iyiye yitirdiği ve klişelere düştüğü başka bazı dizeler “kavramanın da aşk olduğunu düşünen/
kırılgan biri/gözlerinin gözleri olmasını isteyen biri/ alevler içindeki şehir
surlarının hemen dışında / çömelmiş, elleriyle yüzünü kapayan, utanan biri” (s.21).
Susam’ın yazısında bundan daha kötü dizeler, bir felsefenin inşasını
gerçekleştiriyormuş gibi takdim edilirken, Mesut Varlık’ın yazısında ise Levent
Yılmaz şiiri, Türk şiirinin son yirmi beş yılına atılan raptiyeler olarak
tasvir ediliyor.
Brunik
Defteri’ne geçtiğimizde de, bu harcıalem dizelerden yüzlercesine rastlıyoruz. “Tek imkan kaçmak/ tek hedef, artık
neresiyse oraya varmak./ Geri dönmek fiili meydanlarda yakılıyordu/ Hayat dar
mekanlara hapsedilirse dönüşürmüş/ Hayal, kısılmışlığın, çaresizliğin
mahsulüymüş” (s.68). Ya da “Hayal
güçleri körfezdeki suyun derinliği kadar/ Küçük şehir, dar sokaklar”
(s.66). Bu ve benzeri birçok dizeden ötürü Ada Değildir ile
karşılaştırıldığında Brunik Defteri çok daha cılız kalıyor. Üstelik, çok daha
hacimli olmasına karşın bu böyle. Bu şiirde poetik gücün iyice elden ayaktan
düştüğü, aceleye getirilmiş/ oysa tane tane sabırla dokunsa verimli olabilecek
birçok pattern hercaice tüketiliyor. Bu şiirde, özgün kavramlar ve şiirsel güce
rastlayamıyoruz.
Takat
sorunu, Brunik Defteri’nde sona doğru görülür bir şey değil, Brunik Defteri
şairinde takat hiç olmamış gibi. Yeni şeyler söylemeye gücü yok. İlk şiirde bir
şekilde bulduğumuz buluşlu ve yüksek duyuşlu dizelerin sayısının burada iyice
azaldığını görüyoruz. İlk şiirde müşteki olduğumuz takatsizlik, ikinci şiirde
“beyhudeliğe” dönüşüyor. Sadece Ada Değildir’den oluşan bir şiir olsaydı, bu
kadar kötü bir tatla kalkar mıydık sofradan, bilemiyorum. Okuyucu, bu şiirin
Ada Değildir’i takiben neden var olduğunu sorgular ki; ben okuyucu –
sorguluyorum. Bu şiirin neden var olduğu, Afrika’dan sonra neden böyle devam
edildiği, bunun Afrika üzerine ne kattığını sorgulatan şiirler. Oysa ki, Mesut
Varlık, bu sürekliliği reddedenlerden. Ona göre, Ada ile Brunik, Afrika’da
okurları endişelendirecek kadar ayakları yerden kesilen imgelemin dünya
topografyasına dönüşünü işaret ediyor ve yine Varlık, Ada ile Brunik’le
birlikte Yılmaz şiirinde bir dönemin kapandığını rahatlıkla söyleyebileceğinin
altını çiziyor.
*
Dönelim,
görkemli bir yeni şiire temel iddiasına.. Brunik Defteri’nin son dizeleri, bu
iddiayı maalesef ki, ziyadesiyle çürütüyor. “İsteme benden istediğimden başka şey istememi/ Hayatın çaresi mi var?”
(s.82); “Bir gün söylenecek mi söylenemez
olan?/ Daha fazla yazmakla mı kurtulur insan? / Delirir mi hiç yazmasa?”
(s.83). Üzülerek söylenebilir ki, özellikle ikinci yekpare şiir, tam bir hayal
kırıklığına dönüşüyor. Tekrarlarsak, Afrika’dan sonra doğru yerde kapatılmamış
olan Ada Değildir güçsüzlüğü ile öne çıkarken, Brunik Defteri ise Ada
Değildir’de düşen çıtayı daha da aşağıya çekme talihsizliğini yaşıyor.
Aslında,
Yılmaz’ın kendi dizeleri Ada ile Brunik’in genel atmosferini tanımlamakta
oldukça mahir: “anlam parçacıklarını
teğellemişler, renkler tutmuyor” (s.29) diyor ya, maalesef ki, Ada ile
Brunik, suyu çekilmiş bir tropikal meyve ve yanlış ve takatsiz bir Afrika
replikası olarak, anlam parçacıklarının teyellendiği ve renklerin tutmadığı büyük
bir hayal kırıklığı ile kapanıyor.
[1] Mesut
Varlık, “Şiirin günü dilhun, kendi zeyrek”, (Erişim): http://www.hurriyet.com.tr/siirin-gunu-dilhun-kendi-zeyrek-40419070
[2] Asuman
Susam, “Hayat orada, şiir de”, (Erişim): http://t24.com.tr/k24/yazi/hayat-orada-siir-de,1127
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.