istanbul'dan ankara'ya götüren kitap |
[20 şubat 2016 rüyası]
rüyamda büyük budapeşte oteli’ndeyiz. filmdeki o yüksek tavanlı bomboş restoran kısmında. karşımda ufuk akbal var. eşofman giymiş. yüzü, dünyadaki yüzüne benzemiyor. konuşuyoruz. mekanın bomboşluğuna rağmen başka sesler duyuyorum. sonra sesler birer bedenin içine girip kendilerini görünür kılıyor. sesler hareketleniyor, ahiret kazanıyor. dünyadakine benzemeyen bir sesle özlemden bahsediyorum. cihat duman var, ufuk onu “bir derebeyi olduğu için bıyık bırakmak zorunda kalan asilzade” olarak tanıtıyor. “deri ceket giymeye mecbur, yaktığı canlarla böyle kendini örterek durumunu kurtarmaya çalışıyor” diyor. ardından ertuğrul emin akgün geliyor masaya. cenaze evine gidilirken asla takılmaması gereken bir gözlük takıyor. kesin bilgi, tespit babasının çünkü. oğlunda devam eden babalar aklıma geliyor ama diyemiyorum çünkü kendimden babamla birlikte bahsedersem ayıp etmiş olurum. böyle düşünüyorum rüyada. babamın bende devam etmemesi için onu kaç kez öldürmeyi kurdum kafamda? sayamıyorum. babam da beni. bizim sevgimiz bu. ne yapsak onu dışarıda bırakamayız. babamın soyundan geldiğimi, hep unutmak ister babam.
masadakilerin benimle ilgili gizli bir planı olduğunu düşünüyorum. en sonunda ozan can türkmen geliyor. kendisiyle ilgili bilgi vermek istemiyor. sohbet ediliyor. söylenen sözler uçup gidiyor. izliyorum, konuşuyorum ama ağzımdan çıkan sözlere bile sahip değilim. [boğazım kuruduğu için öksürerek uyanıyorum. su içerken sabah ezanı okunuyor. kızıma ilacını içiriyorum, namaza davet ediyorum “konuşacağım ben, sen kıl baba” diyor. namazdan hemen sonra uyumak adetim değil ama uzanıyorum yatağa, rüya kaldığı yerden devam ediyor] cihat duman sırtındaki kından kılıcını çekiyor. masanın üzerine koyuyor. anlıyorum masadan diri kalkmam mümkün değil. ufuk akbal, sandalyesinden kalkıp arkama geçiyor, sandalyeden kaldırıyor beni kollarımı arkada kavuşturuyor. hiç direnmiyorum. olması gerekenin bu olduğuna dair bir inanç var hepimizde.
cihat duman kılıcı sağ köprücük kemiğime batırıyor. diz çöktürüyorlar bana. kılıç köprücük kemiğinden aşağıya dimdik giriyor. başımı sağa çevirip kılıcın kabzasına bakıyorum. okuyamadığım bir yazı yazılmış. sonra ertuğrul emin akgün, gözlüğünü masanın üzerindeki kül tablasına vurarak kırıyor. gözlük camının kırılan parçalarından birini alıp sağ kulağımın içine sokuyor, kanatarak giriyor cam kırığı. beynime doğru ilerletmek istiyor kırığı, baş parmağını kulağımın içine sokuyor cam ilerlesin diye. aklında ecnebi bir şarkı olduğunu işitiyorum. yine acı duymuyorum, karşı çıkmamı gerektirecek hiçbir şey hissetmiyorum. babamı çok özlediğimi, ona asla sımsıkı sarılamadığımı söylemek istiyorum ama ağzımı açamıyorum o an. bunu ertuğrul biliyor içerden, parmağı hala kulağımın içindeyken.
ozan can türkmen kabanının rengini değiştirerek bana yaklaşıyor. iç cebinden bir cetvel çıkarıyor, bir kenarı jilet kadar keskin. sol köprücük kemiğimi, omuzu, ikiye yarıyor cetvelle. hala acı duymuyorum. ufuk akbal ayağa kaldırıyor beni, çelme takıyor, sağ bacağım kırılıyor, kaval kemiğim iki parça, parçalardan birini bedenimden dışarı çıkarıyor, etrafındaki dokuyu, eti masa örtüsüyle temizliyor. kemiğin sivri ucunu iki göğsümün arasındaki boşluğa dayıyor, hızla gömüyor içeri. kırık kaval kemiğim sırtıma içeriden değiyor. işte o an cihat duman’ın bıyığı yok oluyor. saçları beyazlıyor, giysilerinin altında ince kumaştan bir eşofman olduğunu o an anlıyorum.
ertuğrul emin akgün bir ölü evine asla götürülmemesi gereken sırt çantasını açıp kitabını çıkarıyor. “hepimizden korkuyorum” yazmalı kapakta. ama yazmıyor. çünkü kitabı yazarken o da gizlice eşofman giymiş. bunu hissediyorum. ozan can türkmen’e gelince o eşofmanını çantasına tıkıştırmış tanınmamak için.
henüz ölmediğim için konuşabiliyorum “paraguay’da ezan” diyorum. hepimiz kahkahalarla gülüyoruz. intihal hakkında hazırlanan bir tezi intihal yaparak hazırlayan biri aklımıza geliyor. “çay ucuz olmalı, çünkü o katışıksız bir halk içeceği” diyor ufuk akbal ama ağzından çıkan ses galata kulesi'nden aşağıya sarkan bir cihat dumansesi. onaylamadan edemiyoruz. bir kez daha galata kulesi’ni dolaylı yoldan bir şairle anmanın yan etkilerini hissediyorum. oğlum olursa ona intihar etmiş birinin adını asla vermeyeceğim, diye geçiyor içimden
*[bir romanımı satmaya karar verdikten hemen sonra gördüğüm rüya bu. bakınız: http://www.artfulliving.com. tr/edebiyat/gercek-bir- ilandir-yazarindan-satilik- roman-i-5258] o gece, ertuğrul emin akgün’ün kitabının kenarlarına düştüğüm notları yeniden okumuştum uyumadan önce. cihat duman’ın bir şiiriyle onun hikayesi arasında bir temas noktası seçmiştim. yazmak istiyordum. yazamadım. bir yandan da notlarını aldığım ufuk akbal’ın sağcılık şiirleri ile ilgili hikayemdeki iki dizelik şiiri kuruyordum kafamda. o iki dizelik şiirin şairi arkadaşın cevabını bekliyordum. güçlü yazma isteği uyanıp da yazmadığımda rüyalarım yazacağım metinler, o metinlere ilişkin yaşantılar tarafından biçimlendiriliyor bazen. bunu artık anladım. bir de rüyamda ölmek beni hep çok sevindirmiştir. rüyama, dünyadaki varlığıyla katkıda bulunan, yukarıda adlarını andığım sanatçılara teşekkür ederim. "rüya sanatçıları derneği" hakkında sonra konuşacağım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.