Viyana doğumlu
oyun yazarı ve romancı Robert Seethaler’in 2016 The Man Booker International
finalistleri arasına giren romanı Bütün Bir Ömür için özel bir
tanımlama geliştirilecekse o da “hayata orijinal zorluğunu iade eden bir roman”
olmalı.
İstanbul son çeyrek
yüzyılın en soğuk günlerini bir türlü geride bırakamıyor. Bazen kar, çoğu zaman
ise duygularımıza çatı olan o boz bulanık hava, gündelik hayatımıza melankoli
ya da hastalık olarak sokuluveriyor. Ancak, hastalık ve melankoli gibi es’ler,
bir an içinden geçtiğimiz ya da yuvarlandığımız “şeyin”, yani hayatın aslında
ne olduğuna ve ne olması gerektiğine dair hızlıca görünen ve aynı hızla
kaybolan ipuçları sunuyor. Bir an hisseder gibi oluyor, hakikatin kıyısından
dönüyor ve gündelik gaile tarafından yeniden yutuluyoruz. Neyse ki, kıyısından
döndüğümüz şeyden bize bazı motifler kalıyor: Hayatın “ölüme bir adım olduğu”
ve bu duyguyu tanıyarak bu dünyada derimiz yüzeylere sürtünmeden akmanın
sağladığı “akış duygusu”.
İşte, Bütün Bir Ömür de
bin dokuz yüz otuz üç yılının bir şubat sabahı Andreas Egger’in Boynuz Hannes’i
ölmeye yattığı kulübesinden kurtararak aşağıdaki kasabaya sırtında ulaştırmaya
çalıştığı sahneyle açılıyor. Küçük yaşta annesini yitiren ve uzak akrabası
zalim çiftçi Kranzstocker tarafından işlerine koşulmak üzere çiftliğe kabul
edilen, bir ayağı topallayan ama fiziken çok güçlü ve çok çalışkan, içe kapalı
ve kırılgan Egger’in o soğuk şubat sabahı sırtında kasabaya indirmek için
mücadele ettiği Boynuz Hannes de bir an görünüp sonrasında “ölüme doğru”
kayboluyor. Egger ise, Hannes’in henüz ölmemesini istiyor ve “daha değil”
diyor. Ancak, Hannes kendini bırakıyor ve karların içerisinde kayboluyor. Onu
kaybeden Egger ise, kasabada arada bir uğradığı lokantada sonradan eşi olacak
Marie ile bir razı gelinmiş ve itiraz edilmemiş “akış içinde” tanışıyor.
Roman boyunca “ölümlülük” ve “akış”
duygularının bir görünüp bir kayboluşunu Egger’in alabildiğine yalın dünyası
üzerinden izleyebiliyoruz. Bu yalın dünyayı sağlayan en sıkı dekor ise Orta
Avrupa’nın dağları ve vadileri oluyor. Hikâyede hem akış hem de ölümlülük
duygularının bu kadar yalın ve güçlü bir şekilde verilebilmesinin nedeni de
sanırım dağların “yaşıyor olduğu” hissi. Evet, romanda dağların hafızaları var:
Nefes alır, uykuya dalar, kudretten düşer ve öfkelenirler. Bazen öfkeleri,
Egger’in karısı Marie’yi alacak kadar da kabarır üstelik.
Peki Egger? Dağların ortasında kendine
pay edilmiş kaderi müşteki olmadan yaşayan Egger, bu dünyadaki görevini bilir.
Kendi toprak parçasının üstünde olabildiğince ileriye bakabilmek için
bakışlarını kaldıracak, sözünde duracak ve Marie’yi koruyacaktır (s. 35).
Kranzstocker çiftliğinde poposu yukarı
kalkmış vaziyette çiftçiden yediği dayaklara, çiftliğin en merhametli üyesi
büyükanne öldüğünde, teleferik inşaatında işe başladığında, karısı Marie çığlar
altında kaldığında, karısını alan dağlara karşı kendisini kalkınma denen
makinenin önemli bir parçası olarak hissettiğinde, bir anda karar verip askere
yazıldığında, Sibirya’da Ruslara yıllar sürecek bir esarete düştüğünde,
savaştan döndüğünde kendisine artık modern ulaşım teknolojisinde yer kalmadığı
için işsiz kaldığında, dağ gezilerine rehberlik yapmaya başladığında ve yıllar
sonra kendisine zulmeden Kranzstocker’le karşılaştığında kaderi karşısındaki dindarca
olmayan bu sakin ve uysal duruşu onu “hayatın orijinal zorluğunu iade eden” bir
roman kahramanı yapıyor. Bu dünyadaki görevini bilen, bu dünyanın zorluğunu
bilen bir kahraman.
“Orijinal” bir hayat zordur ve bu
zorluğu beraberinde getirdiği güzelliklerle birlikte başından beri yüklenmiş
olan Egger, kendisini çevreleyen dünyanın ıssızlık ve sessizliğinden kaynaklı,
yeryüzünde kalan son insan ya da en azından vadideki son insan olduğu duygusunu
kapılır (s. 60). Hayatı boyunca sadece Marie’ye âşık olmuş; sonrasında bu
duygunun yakınından birkaç kez daha geçse de, çığın kendisinden aldığı
Marie’nin aşkı ona tüm ömrü boyunca yetmiştir. Aslında Marie’ye, söz verdiği
gibi iyi bakamamıştır. “Orijinal hayat” zordur ve bu zorluğu içkin olarak kabul
eden Egger, kaderine bir kez daha rıza gösterir. Egger, dönüp baktığında
hayatının yarısını çelik bir halata asılı geçirmiş gibi hisseder; gözleri
toprakta ve küçük beyaz poposu tıpkı Kranzstocker çiftliğinde olduğu gibi gece
göğüne uzanmıştır (s. 88).
Egger yetmiş dokuz yaşında, kendi için
öngördüğü süreden daha fazla dayanmıştır ve bundan genel olarak memnundur.
Çocukluğunu, savaşı ve çığı yaşamıştır. Diğer insanların zul addettiği en
pespaye işleri sakınmadan yapmış, kayaları patlatarak delikler açmış, ağaç
kesmiş, çelik halatlarla dağa gidip gelmiş, rehberlik yaptığı yıllarda
insanları daha yakından tanımıştır. Kendini fuhşa, ayyaşlığa ya da başka bir
kötü huya kaptırmamıştır. Bir ev inşa etmiştir. Rus yapımı tahta bir kasada
gecelerce uyumuştur. Sevmiştir ve aşkın nelere kadir olduğunu deneyimlemiştir.
İnsanın Ay’daki yürüyüşüne şahitlik etmiş ve Tanrı’ya hep inanmıştır. Bu
nedenle ölümden korkmaz ve nereden geldiğini hatırlamadığı gibi, nereye
gideceğini de bilmez ve dünyada geçirdiği süreye yırtık bir gülüş ve müstesna
bir hayranlıkla bakar. Üstelik, nice badire atlattığı o topal ayağı, yani o
odun parçası onu dünyada çok uzun süre taşımıştır ve ona karşı içi şükran
duygusuyla doludur. O, hayatın orijinal zorluğunu yaşarken, en büyük yoldaşı
olmuştur.
Egger muhasebesini sürdürür: Yaşamı
boyunca diğer insanlar gibi onun da kendine ait düşünceleri ve hayalleri olmuş,
bazılarını gerçekleştirmiş bazıları ise ona hediye edilmiştir. Çoğu ulaşılmaz
kalmış, elde ettikleri ise çok zaman geçmeden elinden alınmıştır (s. 128).
Egger başından geçenleri bir esrime ya da delirme gibi yaşamaz. Her ânının
farkındadır. Wittgenstein’ca konuşursak; “dünya olup bitendir” ve Egger de bir
gün kendisini ziyaret eden Marie’nin hayaletine Wittgensteinca konuşur: “O
kadar çok şey var ki anlatacak. İnanamazsın Marie! Bütün bir ömür!” (s. 130)
Romanın sonunda bin dokuz yüz otuz üç
yılının o şubat sabahı karların içinde kaybolan Boynuz Hannes’in artık çoktan
turistikleşmiş kasabaya gelen gezgin bir grup tarafından buz tutmuş şekilde,
yıllar sonra bulunduğunu görürüz. Yüzüne bir tebessümün yayıldığı keçi
çobanının bir bacağı ise yoktur. Bir şubat gecesi ölen Egger’in cesedi de üç
gün sonra soğuktan çok iyi korunmuş bir şekilde, postacı tarafından bulunur.
Egger, belediye papazının neredeyse donduğu, buzlaşmış toprağın kazmayla
kırıldığı bir törenle Marie’nin yanına defnedilir. Onunsa yanında bütün ömrü
boyunca kendisine eşlik eden topal bir bacağı vardır. Her ikisi için de vakit
dolmuş, razı gelinen kaderin sonuna gelinmiştir.
KitapEki, Şubat 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.