- Evet, Ufuk Beğ
hoş geldin. İki kitabının da iyi bir okuyucu kitlesinin olduğunu düşünüyorum. Ormanları Hayvanlardan’ı elime
aldığımda –teknik farklılıkları daha sonra konuşacağız- Sağcılık Şiirleri ile arasında iki bariz fark dikkatimi çekiyor.
Sanki iki farklı Ufuk Akbal yazmış gibi. Sağcılık
Şiirleri’nde, yanlışlıklarla, ters giden şeylerle dalga geçen, eleştiren,
oyun oynayan –tabir-i caiz ise- zıpır bir Ufuk Akbal varken ikinci kitabın
başlığından itibaren –ben bir kelime uydurdum- babaç bir şair görüyoruz. Artık
dünyanın kötülükleri ile dalga geçmek yerine kötülüğün ciddiyetini kavramış,
başta kızın Mercan olmak üzere yakın çevresini o kötülükler dünyasından
korumaya adamış bir şair, bir kahraman görüyorum. Abarttım mı ne diyorsun buna?
- Öncelikle teşekkür ediyorum bu incelikli
ifadeler için. Neden incelikli, başka bir iki röportaj daha yaptım kitapla
ilgili.. Fakat o röportajlarda karın ağrısına dönüşen ve bu şekilde dile
gelmeyen bir şeyi sen sormuş oldun. Biz de “iki kitap arasındaki fark neydi?”
diye düşünegeliyor, etrafında dolaşıyorduk. Fakat tam bir sonuca eriştiğimiz
söylenemez. Aslında bu babaçlık kavramı bence anlamlı bir çıktıyı temsil
ediyor. Evet doğru, çok bariz ve merkezi bir sıfat varsa bu iki kitap
arasındaki geçişi temsil eden, bu babalık diyebiliriz. Baba oldum, artık
dünyaya karşı korumam gereken bir yavrum var. Dünyayla iletişime geçiş biçimim,
ilk kitaptaki alaycılığı geride bırakmış vaziyette daha başka bir şeye evrilmiş.
Yani daha başka bir duygular setinin kitabı bu. Belki bir tek kahraman tabirine
itiraz edebilirim, o iddialı olabilir. Belki onu da şöyle onarabiliriz: iki
buçuk senede tecrübe ettiklerimden hareketle söylersem, hakkını vermek için
çaba gösteren her baba ve her anne hiç tereddütsüz kahramandır.
-
Bir soru değil de, biraz
önceki soruyla ilintili bir şey bulup onu işaretlemiştim. “Osip’in Akşamı”
şiirinde şöyle bir bölüm var: “Uzun
yorucu bir yürüyüşün sonunda vardığın ev/ Evin mi uzun yorucu bir ömrün/ Başka
bir mümkün vardır elbet diyerek çıktığın yolda/ Sıklaşmış dalları birbirinden
ayrılırken/ Bu desen bizim için fazla ve güzel diyen sesin çınlıyor kulağımda/ O
halde sevgili manzara bizim için sadeleş/ Ve tekil olanda birleş”.. Bu tarz dizleri “Sağcılık
Şiirleri”nde pek görmek mümkün değil sanırım. Ağır dizeler. Yanlış mı
yorumluyorum?
- Doğru. Belki o kitapta, bu tona yaklaşmış bir
iki şiir olabilir. Ama kitaba rengini veren şiirler değildi onlar. Kitaptan
seçtiğin bu dizeler de “Ormanları Hayvanlardan”ın karakteristiğini en doğru
şekilde özetleyenlerden biri şüphesiz.
- Kendi aramızda da en
baskın gündemlerden biri; kitapta yeni türetilen kelimeler: Rilkemen,
inanılmazullah, dikenyüzey toprak, mürensi, youtubepolis… Senin şiirini
okurken, bu tarz üretimlere rastladığımda Melih Cevdet geliyor hep aklıma. O da
kelime üreten… üreten ve hatta eksilten bir şair. Bu kelime oyunlarını ne kadar
önemsiyorsun? Ben buna oyun dedim ama sen bunu oyun olarak mı görüyorsun, yoksa
var olan kelimeler şiir yazmak için yetersiz mi de yeni kelimelere ihtiyaç
duyuyorsun?
-
Biliyorsun ikimiz sık görüşmeye çalışan
dostlarız. Gündelik yaşamıma yakından şahitsin ki gündelik yaşamımda da yeni
kelimeler üretme ve bunları tedavüle sokmayla ilgili bir kaygım var. Ben bunu
hem bir oyun olarak görüyorum hem de yaşamı dili ve dostluğu –has rağfiklik
dairesini genişleten- bir imkân olarak görüyorum. Rilke, bıyık dede vs. ama Rilkemen
dede bizim kafamızda başka imajları bir araya getirip bir paket halde bize bir
imkân tanıyor. İnanılmazullah’a tabiyim örneğin, Allah var, inanan için Allah..
Diğer yandan, inanılmazullah yani “Allah’ın inanılmayanı”… Belki de, Allah’ın
inanılmamasına izin verdikleri.. Böyle olduğunda “inanılmazullah” kelimesini
kullanmak için devasa bir imkan alanı açılıyor.. Bu gibi şeyler bir oyun elbette,
ama çok ciddiye aldığım bir oyun. Önemsiyorum bunu.
-
Bu konuda bir projeniz
de vardı galiba yeni kelime türetme sitesi miydi?
-
Jagvont.. O proje benim değildi aslında. Sadece İsmail
Pelit’in ricası üzerine, Ağustos 2016’da 10 kelime türeterek ben de katkı
verdim. Bunlardan biri de “maynamık”..
“Mutlak yalnızlık duygusuyla yorganı başına çekip ağlayan çocuk..”. Natama’da
Nur Alan, bunu karşıma çıkarttı. İnanın, ilk anda hatırlayamadım. Kitaplarımda öyle bir tabir yok, nereden çıktı
bu- dedim.
-
Biraz da sert ve sivri sorulara
geçelim. Arkadaşımsın diye sana iltimas geçecek değilim! Hemen hemen tüm
şiirlerine sinmiş bir elitizm göze çarpıyor. Mesela brendi, aile baloları, caz
müziği… Bunları daha da çoğaltabiliriz. Bu şiirlere bir Beyaz Türklük ironisi
diyebilir miyiz?
-
Beyaz Türklük ironisi, kitabın oluşmasında bir
ana amaç değil ama yan amaçlardan biri olduğu söylenirse bunu asla reddetmem. Burada
hem yerleşikler hem de sınıf atlama heveslileri için ironikleştirilebilir bir
vaha var. Ancak, bu kelimelerin şiire sokulması dizelerin bir parçası
yapılmasının temel kaygısı gündelik hayatın estetizasyonudur. Bir insanın
yorucu bir iş günü sonunda bir kafede ya da kendi evinin balkonundan oturup bir
tas brendi içmesini önemsiyorum. Beyaz
Türklükle bir ilgisi yok..
-
Kitaptakilerin sen
olduğunu düşünen var. Fularla evde dolaşıp, röpdoşambrla gezdiğini düşünen var.
-
Ciddi misin? Kimler var mesela?
-
Elitizm dili üzerinden
eleştirenler yok muydu? Onları kast ediyorum..
-
Var var. Ancak, bana kalırsa tersinden. Kısa
süre önce bir arkadaş bloğunda bir yazı kaleme aldı ve şöyle dedi: “burada yazılanları iki müze gezmiş, 5 kitap
okumuş, 3 konsere gitmiş herkes yazar”. Eyvallah tabi yazabilir.
-
Bu soruyu biraz daha
açalım mı? Aramızdaki espriyi röportaja monte edelim. Cevabını biliyorum ama
herkes bilsin. Bu kitabı okuyan şöyle anlayabilir mi: sende Kemalizm’in ilk
dönemine, her köy kahvesinde opera dinlenmenin
hedeflendiği döneme bir özlem var. Ben yanlış seziyorum belki?
-
Evet sen yanlış seziyorsun! Belki de öyle
yansıyordur okuyucuya emin değilim, ona kefil olamam. (gülüşmeler) Ama benim
yazmaktaki ana amacım asla öyle olmamıştır. Zaten politik olarak –sen de iyi
bilirsin ki- bu karikatürize çizgide asla değilim, aksine o çizgiye
heveslenenleri, o çizgiye yeni eklemlenenleri istihza ile izliyorum.
- Kitaba ilgi ne durumda? İlk
baskısı çabucak bitti diye biliyorum. Yakında ikinci baskısı geliyor sanırım.
-
Yayınevinden bana gelen bilgiler doğrultusunda
ilk baskı tükendi. İkinci baskısı ve aynı zamanda “Sağcılık Şiirleri”nin de
ikinci baskısı tahminimce bu ayın ortasında çıkacak. Tahminimizden çabuk bitti,
sebebini de bilmiyorum.
-
Mail kutuna gelen veya
dolaylı olarak birisi tarafından iletilen tepkiler nasıl?
-
Mail kutuma bir tepki gelmedi. Aslında çok
isterdim, olumlu veya olumsuz mail gelmesini. Sosyal medya hesaplarım olmadığı
için özel mesaj da alamadım oradan. Belki ikinci baskıda sırf tepkileri ölçmek
için kitapların adını taşıyan sosyal medya hesapları açabilirim. Ancak
twitter’da bir iki arızalı ve karnı ağrıyan örnek dışında kitaba yönelik genel
bir teveccüh vardı.
- Ortamlardan hep uzak
durmaya çalışan birisin. Dersaadet’e tepkilisin. Bunu yeri geldikçe
söylüyorsun. Beylikdüzü ’nün uzaklığından kaynaklı, huzur veren nimetlerinden
sonuna kadar faydalanıyorsun. Bu münzevi tavrına rağmen kitabın hakkında
yazılan kötücül yorumlara ne diyeceksin?
-
Kötücül yorumlar da kategorilere ayrılıyor
aslında. Birincisi, kararsız yorumlar var. İlker Şaguj örnek verebileceğim
kararsızlardan biri. Ne demek istediğini
gerçekten anlayamıyorum. Bir şey söylemek istiyor bir karın ağrısı var ama tam
nihayete erdirmiyor. Bir de Tugay Kaban gibi “bayram değil seyran değil,
eniştem beni niye öptü?” sorusunu yöneltebileceğimizi saldırgan ve damdan düşen
arkadaşlar var. Tahminim kitap çıktıktan
sonra Tezgah Fanzin’e verdiğim röportaj, buna neden olmuş olabilir. O söyleşi
biraz algıları değiştirmiş oldu bana kalırsa. Senin söylediğin o münzevilik
sıfatını dağıttı bu, insanların gözünde. Saldırıların temelinde de bu var. Münzevilik
konusuna gelince, doğru ben Beylikdüzü’nü çok seviyorum. Ancak, bu abartılı bir
şey değil, benim münzeviliğim kendi dairesini kendi çizmeye çalışan bir adamın
münzeviliği. Seramik Atelyesi, Karanfilköy münzeviliği. “Gelsin ikram edeyim
hususi misafirime/ seramik atelyesinde akşamüstü kanyağı” münzeviliği. Bir de, etrafıma bakıyorum birkaç arkadaş
var, tamamen içine kapanmış, karamsar, melankolikler. Benim dünyam öyle bir
dünya değil ben çok eğlenen bir adamım. Biliyorsun, birlikte eğleniyoruz. Bu
tanımladığım münzevilik ilk kitabım için pek geçerli değil. O ilk kitabın
heyecanında, herkes kitabımı duysun bilsin diye çabalıyorsun, bu da şiir
ortamının tam ortasına düşürüyor. Oysa “Ormanları Hayvanlardan” için
münzeviliğimi delmek zorunda kalmadım, reklam için çabalamadım, yayınevi
dolaşmadım. Yormadı bu süreç beni. Oldukça da destek gördüm.
-
Tam da bu şiirden
hareketle, tüm kitabın ideolojik –ideolojik doğru kelime mi bilmiyorum- belki
altyapısıyla ilgili bir şeyi aydınlığa kavuşturmak istiyorum. “Bir mememden Spinoza’yı, diğerinden Emir
Sultan’ı” dizeleri.. Bu söylem, 30-40 yıldır gündem olan Doğu-Batı sentezinin
bir yansıması mı? Başka şiirlerinde de pek çok doğu imajinasyonuna ait imgeler
varken belki aynı şiirin içinde batıya ait yığınla imge var… Bu sentezcilik
durumu kişiliğinde de mevcut -yanılıyorsam düzelt lütfen-. Kitabında da
bilinçli bir seçim değil mi bu?
- İlk kitapta da “fıkıh analisti” diye bir ifade
vardı belki hatırlarsın… Bu da senin söylediğin şey üzerinden okunabilir… Diğer
yandan, kesinlikle bilinçli bir seçim. Biliyorsun ben yakın çevremde sayıları
bolca olan vulgar laisistlerden biri değilim. Bunda sosyolog olmamın da payı
olabilir. Buradan hareketle kitabın sonunda bir dize var: “Ulus Baker Spinoza
tilavetinin ortasında uyuyakalmış” diye bir ifade var. Bunu da bu konunun
arkasına ekleyebiliriz. “Kanepede masal
dinleyip mışıla dalan bir çocuk için / Bu kitap Ulus Baker için yazılmıştır/ Spinoza
tilavetinin ortasında uyuyakalan adam için.. Sami Baydar’ın masalları var
biliyorsunuz, tesadüf ettin mi
bilmiyorum.
-
Yok..
Bir dostumuz bir gün bizim eve elinde Sami
Baydar’ın masallarıyla çıkageldi. Dedi ki, ne kadar saf, sade, temiz ve
yatıştırıcı bir dil. Bak dedi, okuyacağım – uyuyakalacaksın. Doğru uyuyakaldım
ancak yorgunluktan. Şimdi, buradan şiirdeki imaj setlerinin nasıl imal
edildiğinde gelirsek? Biliyorsunuz, Ulus Baker Spinoza’nın müdafii. Aklımda
böyle bir set kuruldu; Spinoza, Ulus Baker, mışıla dalan çocuk ve biraz dil
oyunuyla İspinotza tilaveti. Bunlar toplanıp bir araya, belki içe kapalı, sadece
beni ilgilendiren bir büyün oluşturuyor. İşte bu dizelerin hikayesi de böyle..
-
Benim dergicilik yıllarından kalma bir alışkanlığım. Klişe
bulabilirsin ama hoşuma giden ve sormaktan çekinmediğim sorulardan biri gelecek
şimdi. Üstad dediğin şairler kim? Belki itiraz edeceksin ama. Bence, senin
kapalı bir şiir anlayışın var. Şiirini anlamak yerine, hissediyoruz. Bir şiiri
anlarsak, belki bu kadar hissedemeyebiliriz. İsim vermek istemiyorum ama, bu
tarz yazan şairlerden çok iz buluyorum senden? Uzaktan ve yakın idollerin,
takip ettiğin şairlerin kim?
-
Kapalılık ifadesini kabul edebilirim ama kısmen.
Çünkü, ikinci kitap birinci kitaba nazaran daha açık bence. Bir de, bu belki
seçilen kelimelerin ve kelime setlerinin oluşturduğu bir kapalılıktır. Bence
anlamsal bir kapalılık yok. Oturup karşısına okunan hemen hemen her şiir, hem
müziği olan hem de anlam konusunda okuyucuya bariyerler çıkartmayacak şiirler.
-
Peki şunu diyeyim.. Buna itiraz etmezsin herhalde. Bu
şiirleri okuyan adamın, belli bir bilgi altyapısı olması gerekir herhalde..
-
Bence gerekir.
Belki elitizm derken, politik elitizmden çok, poetik elitizm
diyebiliriz. Belirli bir görgüsü olmak mecburiyetinde. Az önce referans
verdiğim Ulus Baker, Spinoza, Sami Baydar falan, belki o anlamda, referansları
kendi içine açılan, birinci kitapta da vardı. Abdüllatif Şener, Hasan Cemal,
Fatih camiine yaslanan tabureler, kafire karşı savaşan Müslümana Türk denmesi
vs. o dizeleri hatırlar mısın? Onlar gibi; kişisel deneyimlere dayanan, kişisel
imgelerin yoğun olduğu bir şiir. Onu okuyucunun bilmesini talep edemeyiz belki
ama bilmediği durumda ne olur? İki şey olur. Birincisi okuyucu; “bu çok ironik”
diyip çıkabilir işin içinden. Birinci kitapta karşılaştığım en temel risk
şuydu. Bir çok yakın arkadaşım dahil aslında içe, kendi dairesine referans
veren şiirlerdeki imge örüntüsünü anlamadıkları için buna “ironik” diyip, kestirip
attılar. Ama tabi şu da var, büsbütün hak yemeyelim. Biz de biraz kendi
şiirimizi böyle tanımlamıştık. Hatta Utku Özmakas da bir yazıda – ki şiirime en
etraflıca değinilen bir girişim, o da kullanmıştı, “ironik-politik şiirler”
tabirini. İkinci soruya gelirsek, bu şiir
anlayışından mütevellit ustalarımız kimlerdir? Bir. Kesinkes İsmet Özel’dir.
-
Maalesef.
-
Turgut Uyar’dır, İlhan Berk’tir. Seyhan
Erözçelik’tir. Enis Batur’dur. Bu şairlerin birçoğu birbirine benzemez belki
ama beni besler.
-
Levent Yılmaz? Üstüne defalarca yazdığın?
-
O beni besleyen bir şair değil mesela. Sevdiğim
bir şair ama beni beslemiyor. Onun lirik-pastoral iklimi benim gündelik
hayatımı çok besliyor. Gündelik hayatın estetizasyonu dedik ya, onda da olduğu
için beğeniyorum. Bence Levent Yılmaz “Ada ile Brunik”te “Afrika”nın mirasını
iyi taşıyamadı. İlk insanı anlatacağım diye giriştiği bir işte, akustikten
istifade edebilir, ışıktan istifade edebilirsin. Ama o kuvvetli imkânları hep
heba etmiş. Ezcümle, benim için bir besleyici değil. Ece Ayhan muhakkak
sızmıştır ama gel gör ki, bir Ece Ayhan muhibi değilim.
-
Peki ya daha yeniler? Takip ettiğin genç ya da yaşıt
şairlerin var mı?
-
Mehmet Can İnsperest… Siz beğeniyor musunuz, bilmiyorum.
-
Beğeniyorum. Kitabın ismi dahi çok güzel.. Başka?
-
Kesinlikle Baran Çaçan.. Selcan Peksan, Efe
Murad, Enes Kurdaş… Sayabilirim ama saymıyorum..
-
Bir klişe soru daha.. Bunu da sormayı çok seviyorum. Şiir yazma serüvenin nasıl? Kendini kapatıyor
musun yoksa Zarifoğlu gibi “ben ilhama inanmam” mı diyorsun? Ortamı kurmak, iki
üç dize okumak, bize anlatır mısın?
-
İlhama inanıyorum ama ilham devam ettirmiyor
şiiri. Valery gibi düşünüyorum, ilk dize
Tanrı vergisidir. Hatta ortalarda da birkaç dize daha gelecek. Sonra ise
mühendisliğe inanıyorum.
-
Peki, şöyle oluyor mu? Kendi deneyimim.. Bir kelime
ateşliyor, bazen sadece bir kelime..
-
Evet, evet mümkün. İlk kelime geliyor, bazen
şiirin ismi oluyor. Kalanına rengini veriyor. Sonrasında harita metodçuluğa
inanıyorum.
-
İsmet Özel’de çok var.. Osman Konuk anlatmıştı, hatırlarsan.
-
İlham geldi. Arka arkaya ne varsa yağdır, diz.
Sonra da buna şiir de. Hayır, hiçbir şiirime öyle muamele etmemeye gayret
ediyorum. Ama bazı şiirlerde ilham gerçekten arka arkaya başarılı çıktılar
getirdiğinde, o şiiri dikmek daha kolay oluyor. Bir başka şey.. Üçüncü kitapta
bir tarz farklılığına gideceğim. Her şiir dosyasını bitirdiğimde bir dönemi
kapatmış, fişi çekmiş oluyorum. Benim için “Ormanlardaki” şiir sesi bitmiş
durumda. Birkaç sene sonra aynı sese dönülebilir. Böyle bir tabum yok. Ama
ardışık ve birbirine benzer bir kompozisyonun içime sinmediğini söylemeliyim.
Ancak şu anda, yeni dosya kapıyı çalana kadar şiir yazmayı durdurdum. Bunu kuluçka durumu olarak tarif edebilirim.
Biraz iradi biraz gayrı iradi. Yeni şiir sesi uğramadı. Tarafıma dergilerden
iki kısa vadeli şiir talebi oldu. Ancak, bu çıkmazdan dolayı talebi
karşılayabilmiş değilim. Bazen bu dış faktörler iyiye yorulabilir de.. Umarım
öyle olur. Not defterim yok ancak e-postalara ya da ufak tefek kağıtlara,
parıltılı dizeleri kaydediyorum. Bunları akrabalık dairesi içerisinde
değerlendiriyorum. Dizelere karşı çok kıyıcı değilim. Kıyıcılığım, kitaplaşma
aşamasında ortaya çıkıyor. 40 şiirle girdiğim bir dosyayı 30-32 şiire
düşürebiliyorum. Kitabın bir ekonomisi olması lazım. Bir mühendislik
konuşturacaksak, burada konuşturabiliriz. İyi dizeye daha doğrusu iyi imgeye
kıyamıyorum, istedikleri kadar çorbacı desinler.
-
Peki ritüeller? Hanım girecek mi odaya? Ya da Mercan?
-
Kahve, tütün, bir tas brendi (gülüşmeler.)..
Öyle yüksek bir konsantrasyondan bahsetmiyoruz, dileyen dilediği gibi odaya
girebilir.
-
Üçüncü klişe sorum.. Şair olmanın bir “karizması” vardı, bir
zamanlar. Hem iktidar tarafından taltif edilirdin hem de manevi olarak yüzlerce
yıl süregelen bir nam yürümesi. Şu an
öyle bir şey yok! Merak ettiğim, günlük hayatta şair olmak nasıl tezahür
ediyor? Şair Ufuk Akbal, bir yerlerde maaşlı çalışan Ufuk Akbal’a yansıyor mu?
Kimler biliyor seni? Özel bir gizleme taktiğin var mı?
-
Şöyle formüle edeyim. Gizlemiyorum. Herkes benim
şiirle uğraşan, şiir kitabı sahibi biri olduğumu biliyor. Tabi ki, böyle olduğu
için büyük övgülere mazhar olmuyorum. Kendi has dairem dahil. Büyük bir
ciddiyete tabi tutulmuyorum. Diğer yandan nerede tezahür ediyor? Kendi
dizelerim ya da bir başka şairin dizeleri gündelik hayatımı estetize etmeme
yardımcı oluyor. Arkadaş çevremde, gündelik hayata karşı tepkilerimde şiir
kendini gösteriyor. Örneğin; arkadaş çevremde tedavüle soktuğumuz yeni
kelimeler..
-
Mesela yeri gelmişken, Yürekler Sergisi isimli şiirini
WhatsApp grubunda birlikte yazmış gibi bile hissedebiliriz.
-
Aynen öyle. Benim için “keyif verici” bir hâl,
keyif alıyorum. Bunun böyle “grand şair” gibi tezahür etmesine gerek yok. O
devir artık yok. Biz İsmet Özel de, Turgut Uyar da değiliz. Hiçbir şey değiliz.
Biz hem fiziksel olarak hem de bence çok büyük ve anlamlı olan online
platformlarda milyonlarca dizenin tedavüle girdiği bu dönemde, şiir yazmaya
çalışanlar olarak inan bana, hiçbir şey değiliz. Üstelik tüm bu kalabalığı
takip etmeye ne mecalimiz ne zamanımız ne hafızamız var. Bunların arasında tek
avantajımız – şunun bir prestiji var.
-
Kitabın?
-
Evet, Bana kalırsa kitap sahibi olmanın hala bir
prestiji var. Seni diğerlerinin, senden çok daha iyi olanların bir ya da birkaç
adım önüne çıkaran şey, her şeye rağmen bu. Tanınırlık ve bilinirlik anlamında.
Ama şu da var, şiir kitabı sahibi olmak, diğer türlerde bir kitap yayımlamaktan
her şekilde daha az prestijli. Yani “iyi hoş da, keşke roman yazsaymışsın”
diyen çok. Dolayısıyla, kaymağını yiyeceğimiz bir şey yok. Bir de, devasa
şairlerin dönemi bitti, kabul. Ama büyük bir finansal kriz, onu izleyen bir 3.
Dünya Savaşı’nın ardından, yeniden, şimdi geride bıraktığımız bir takım insani
değerler gündeme gelebilir ve bunların bayraktarlığını şiir yapabilir. Yani
yeni bir romans, duyarlılık çağı gündeme gelirse, bunda şiirin büyük rolü olur.
Çünkü insanlar daha uzun süre hemen yanı başındaki bir cinayete-tecavüze
müdahale etmeyip, videosunu çekmek, denizden bebek bir yunusu alıp selfie çekip
öldürmek gibi manyaklıklar daha fazla sürdürülebilir değil.
-
Umarım..
-
Elbette, başka manyaklıklar bunların yerini
alabilir. Ancak, ben şiirin geleceği ile ilgili ümitvarım. Hangi enstrümanlarla,
nasıl girer hayatımıza net bir şekilde tarif edemem ama. Ayrıca, diyelim ki Türkiye için belki 15
senedir yok. Bugün 90’lar şiiri ile karşılaştırdığımızda birçok insan takdir
ediyor ki, 2000’ler- 2010’lar şiiri bir imkan olarak nitelendiriliyor.
Kaynak: İzdiham.com, 14 Haziran 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.