19 Haziran 2018 Salı

"Ormanları Hayvanlardan Hakkında" Enes Malikoğlu ile Röportaj


-         Evet, Ufuk Beğ hoş geldin. İki kitabının da iyi bir okuyucu kitlesinin olduğunu düşünüyorum. Ormanları Hayvanlardan’ı elime aldığımda –teknik farklılıkları daha sonra konuşacağız- Sağcılık Şiirleri ile arasında iki bariz fark dikkatimi çekiyor. Sanki iki farklı Ufuk Akbal yazmış gibi. Sağcılık Şiirleri’nde, yanlışlıklarla, ters giden şeylerle dalga geçen, eleştiren, oyun oynayan –tabir-i caiz ise- zıpır bir Ufuk Akbal varken ikinci kitabın başlığından itibaren –ben bir kelime uydurdum- babaç bir şair görüyoruz. Artık dünyanın kötülükleri ile dalga geçmek yerine kötülüğün ciddiyetini kavramış, başta kızın Mercan olmak üzere yakın çevresini o kötülükler dünyasından korumaya adamış bir şair, bir kahraman görüyorum. Abarttım mı ne diyorsun buna?

-       Öncelikle teşekkür ediyorum bu incelikli ifadeler için. Neden incelikli, başka bir iki röportaj daha yaptım kitapla ilgili.. Fakat o röportajlarda karın ağrısına dönüşen ve bu şekilde dile gelmeyen bir şeyi sen sormuş oldun. Biz de “iki kitap arasındaki fark neydi?” diye düşünegeliyor, etrafında dolaşıyorduk. Fakat tam bir sonuca eriştiğimiz söylenemez. Aslında bu babaçlık kavramı bence anlamlı bir çıktıyı temsil ediyor. Evet doğru, çok bariz ve merkezi bir sıfat varsa bu iki kitap arasındaki geçişi temsil eden, bu babalık diyebiliriz. Baba oldum, artık dünyaya karşı korumam gereken bir yavrum var. Dünyayla iletişime geçiş biçimim, ilk kitaptaki alaycılığı geride bırakmış vaziyette daha başka bir şeye evrilmiş. Yani daha başka bir duygular setinin kitabı bu. Belki bir tek kahraman tabirine itiraz edebilirim, o iddialı olabilir. Belki onu da şöyle onarabiliriz: iki buçuk senede tecrübe ettiklerimden hareketle söylersem, hakkını vermek için çaba gösteren her baba ve her anne hiç tereddütsüz kahramandır.
-          
       Bir soru değil de, biraz önceki soruyla ilintili bir şey bulup onu işaretlemiştim. “Osip’in Akşamı” şiirinde şöyle bir bölüm var: “Uzun yorucu bir yürüyüşün sonunda vardığın ev/ Evin mi uzun yorucu bir ömrün/ Başka bir mümkün vardır elbet diyerek çıktığın yolda/ Sıklaşmış dalları birbirinden ayrılırken/ Bu desen bizim için fazla ve güzel diyen sesin çınlıyor kulağımda/ O halde sevgili manzara bizim için sadeleş/ Ve tekil olanda birleş”.. Bu tarz dizleri “Sağcılık Şiirleri”nde pek görmek mümkün değil sanırım. Ağır dizeler. Yanlış mı yorumluyorum?
-         Doğru. Belki o kitapta, bu tona yaklaşmış bir iki şiir olabilir. Ama kitaba rengini veren şiirler değildi onlar. Kitaptan seçtiğin bu dizeler de “Ormanları Hayvanlardan”ın karakteristiğini en doğru şekilde özetleyenlerden biri şüphesiz.

-         Kendi aramızda da en baskın gündemlerden biri; kitapta yeni türetilen kelimeler: Rilkemen, inanılmazullah, dikenyüzey toprak, mürensi, youtubepolis… Senin şiirini okurken, bu tarz üretimlere rastladığımda Melih Cevdet geliyor hep aklıma. O da kelime üreten… üreten ve hatta eksilten bir şair. Bu kelime oyunlarını ne kadar önemsiyorsun? Ben buna oyun dedim ama sen bunu oyun olarak mı görüyorsun, yoksa var olan kelimeler şiir yazmak için yetersiz mi de yeni kelimelere ihtiyaç duyuyorsun?

-          Biliyorsun ikimiz sık görüşmeye çalışan dostlarız. Gündelik yaşamıma yakından şahitsin ki gündelik yaşamımda da yeni kelimeler üretme ve bunları tedavüle sokmayla ilgili bir kaygım var. Ben bunu hem bir oyun olarak görüyorum hem de yaşamı dili ve dostluğu –has rağfiklik dairesini genişleten- bir imkân olarak görüyorum. Rilke, bıyık dede vs. ama Rilkemen dede bizim kafamızda başka imajları bir araya getirip bir paket halde bize bir imkân tanıyor. İnanılmazullah’a tabiyim örneğin, Allah var, inanan için Allah.. Diğer yandan, inanılmazullah yani “Allah’ın inanılmayanı”… Belki de, Allah’ın inanılmamasına izin verdikleri.. Böyle olduğunda “inanılmazullah” kelimesini kullanmak için devasa bir imkan alanı açılıyor.. Bu gibi şeyler bir oyun elbette, ama çok ciddiye aldığım bir oyun. Önemsiyorum bunu.

-          Bu konuda bir projeniz de vardı galiba yeni kelime türetme sitesi miydi?
-          Jagvont.. O proje benim değildi aslında. Sadece İsmail Pelit’in ricası üzerine, Ağustos 2016’da 10 kelime türeterek ben de katkı verdim.  Bunlardan biri de “maynamık”.. “Mutlak yalnızlık duygusuyla yorganı başına çekip ağlayan çocuk..”. Natama’da Nur Alan, bunu karşıma çıkarttı. İnanın, ilk anda hatırlayamadım.  Kitaplarımda öyle bir tabir yok, nereden çıktı bu- dedim.
-          Biraz da sert ve sivri sorulara geçelim. Arkadaşımsın diye sana iltimas geçecek değilim! Hemen hemen tüm şiirlerine sinmiş bir elitizm göze çarpıyor. Mesela brendi, aile baloları, caz müziği… Bunları daha da çoğaltabiliriz. Bu şiirlere bir Beyaz Türklük ironisi diyebilir miyiz?
-          Beyaz Türklük ironisi, kitabın oluşmasında bir ana amaç değil ama yan amaçlardan biri olduğu söylenirse bunu asla reddetmem. Burada hem yerleşikler hem de sınıf atlama heveslileri için ironikleştirilebilir bir vaha var. Ancak, bu kelimelerin şiire sokulması dizelerin bir parçası yapılmasının temel kaygısı gündelik hayatın estetizasyonudur. Bir insanın yorucu bir iş günü sonunda bir kafede ya da kendi evinin balkonundan oturup bir tas brendi  içmesini önemsiyorum. Beyaz Türklükle bir ilgisi yok..

-          Kitaptakilerin sen olduğunu düşünen var. Fularla evde dolaşıp, röpdoşambrla gezdiğini düşünen var.
-          Ciddi misin? Kimler var mesela?

-          Elitizm dili üzerinden eleştirenler yok muydu? Onları kast ediyorum..
-          Var var. Ancak, bana kalırsa tersinden. Kısa süre önce bir arkadaş bloğunda bir yazı kaleme aldı ve şöyle dedi:  “burada yazılanları iki müze gezmiş, 5 kitap okumuş, 3 konsere gitmiş herkes yazar”. Eyvallah tabi yazabilir.

-          Bu soruyu biraz daha açalım mı? Aramızdaki espriyi röportaja monte edelim. Cevabını biliyorum ama herkes bilsin. Bu kitabı okuyan şöyle anlayabilir mi: sende Kemalizm’in ilk dönemine,  her köy kahvesinde opera dinlenmenin hedeflendiği döneme bir özlem var. Ben yanlış seziyorum belki?
-          Evet sen yanlış seziyorsun! Belki de öyle yansıyordur okuyucuya emin değilim, ona kefil olamam. (gülüşmeler) Ama benim yazmaktaki ana amacım asla öyle olmamıştır. Zaten politik olarak –sen de iyi bilirsin ki- bu karikatürize çizgide asla değilim, aksine o çizgiye heveslenenleri, o çizgiye yeni eklemlenenleri istihza ile izliyorum.

-         Kitaba ilgi ne durumda? İlk baskısı çabucak bitti diye biliyorum. Yakında ikinci baskısı geliyor sanırım.
-          Yayınevinden bana gelen bilgiler doğrultusunda ilk baskı tükendi. İkinci baskısı ve aynı zamanda “Sağcılık Şiirleri”nin de ikinci baskısı tahminimce bu ayın ortasında çıkacak. Tahminimizden çabuk bitti, sebebini de bilmiyorum.

-          Mail kutuna gelen veya dolaylı olarak birisi tarafından iletilen tepkiler nasıl?
-          Mail kutuma bir tepki gelmedi. Aslında çok isterdim, olumlu veya olumsuz mail gelmesini. Sosyal medya hesaplarım olmadığı için özel mesaj da alamadım oradan. Belki ikinci baskıda sırf tepkileri ölçmek için kitapların adını taşıyan sosyal medya hesapları açabilirim. Ancak twitter’da bir iki arızalı ve karnı ağrıyan örnek dışında kitaba yönelik genel bir teveccüh vardı.

-         Ortamlardan hep uzak durmaya çalışan birisin. Dersaadet’e tepkilisin. Bunu yeri geldikçe söylüyorsun. Beylikdüzü ’nün uzaklığından kaynaklı, huzur veren nimetlerinden sonuna kadar faydalanıyorsun. Bu münzevi tavrına rağmen kitabın hakkında yazılan kötücül yorumlara ne diyeceksin?

-          Kötücül yorumlar da kategorilere ayrılıyor aslında. Birincisi, kararsız yorumlar var. İlker Şaguj örnek verebileceğim kararsızlardan biri.  Ne demek istediğini gerçekten anlayamıyorum. Bir şey söylemek istiyor bir karın ağrısı var ama tam nihayete erdirmiyor. Bir de Tugay Kaban gibi “bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?” sorusunu yöneltebileceğimizi saldırgan ve damdan düşen arkadaşlar var.  Tahminim kitap çıktıktan sonra Tezgah Fanzin’e verdiğim röportaj, buna neden olmuş olabilir. O söyleşi biraz algıları değiştirmiş oldu bana kalırsa. Senin söylediğin o münzevilik sıfatını dağıttı bu, insanların gözünde. Saldırıların temelinde de bu var. Münzevilik konusuna gelince, doğru ben Beylikdüzü’nü çok seviyorum. Ancak, bu abartılı bir şey değil, benim münzeviliğim kendi dairesini kendi çizmeye çalışan bir adamın münzeviliği. Seramik Atelyesi, Karanfilköy münzeviliği. “Gelsin ikram edeyim hususi misafirime/ seramik atelyesinde akşamüstü kanyağı” münzeviliği.  Bir de, etrafıma bakıyorum birkaç arkadaş var, tamamen içine kapanmış, karamsar, melankolikler. Benim dünyam öyle bir dünya değil ben çok eğlenen bir adamım. Biliyorsun, birlikte eğleniyoruz. Bu tanımladığım münzevilik ilk kitabım için pek geçerli değil. O ilk kitabın heyecanında, herkes kitabımı duysun bilsin diye çabalıyorsun, bu da şiir ortamının tam ortasına düşürüyor. Oysa “Ormanları Hayvanlardan” için münzeviliğimi delmek zorunda kalmadım, reklam için çabalamadım, yayınevi dolaşmadım. Yormadı bu süreç beni. Oldukça da destek gördüm.

-          Tam da bu şiirden hareketle, tüm kitabın ideolojik –ideolojik doğru kelime mi bilmiyorum- belki altyapısıyla ilgili bir şeyi aydınlığa kavuşturmak istiyorum.  “Bir mememden Spinoza’yı, diğerinden Emir Sultan’ı” dizeleri.. Bu söylem, 30-40 yıldır gündem olan Doğu-Batı sentezinin bir yansıması mı? Başka şiirlerinde de pek çok doğu imajinasyonuna ait imgeler varken belki aynı şiirin içinde batıya ait yığınla imge var… Bu sentezcilik durumu kişiliğinde de mevcut -yanılıyorsam düzelt lütfen-. Kitabında da bilinçli bir seçim değil mi bu?

-        İlk kitapta da “fıkıh analisti” diye bir ifade vardı belki hatırlarsın… Bu da senin söylediğin şey üzerinden okunabilir… Diğer yandan, kesinlikle bilinçli bir seçim. Biliyorsun ben yakın çevremde sayıları bolca olan vulgar laisistlerden biri değilim. Bunda sosyolog olmamın da payı olabilir. Buradan hareketle kitabın sonunda bir dize var: “Ulus Baker Spinoza tilavetinin ortasında uyuyakalmış” diye bir ifade var. Bunu da bu konunun arkasına ekleyebiliriz. “Kanepede masal dinleyip mışıla dalan bir çocuk için / Bu kitap Ulus Baker için yazılmıştırSpinoza tilavetinin ortasında uyuyakalan adam için.. Sami Baydar’ın masalları var biliyorsunuz,  tesadüf ettin mi bilmiyorum.

-          Yok.. 
      Bir dostumuz bir gün bizim eve elinde Sami Baydar’ın masallarıyla çıkageldi. Dedi ki, ne kadar saf, sade, temiz ve yatıştırıcı bir dil. Bak dedi, okuyacağım – uyuyakalacaksın. Doğru uyuyakaldım ancak yorgunluktan. Şimdi, buradan şiirdeki imaj setlerinin nasıl imal edildiğinde gelirsek? Biliyorsunuz, Ulus Baker Spinoza’nın müdafii. Aklımda böyle bir set kuruldu; Spinoza, Ulus Baker, mışıla dalan çocuk ve biraz dil oyunuyla İspinotza tilaveti. Bunlar toplanıp bir araya, belki içe kapalı, sadece beni ilgilendiren bir büyün oluşturuyor. İşte bu dizelerin hikayesi de böyle..
-          Benim dergicilik yıllarından kalma bir alışkanlığım. Klişe bulabilirsin ama hoşuma giden ve sormaktan çekinmediğim sorulardan biri gelecek şimdi. Üstad dediğin şairler kim? Belki itiraz edeceksin ama. Bence, senin kapalı bir şiir anlayışın var. Şiirini anlamak yerine, hissediyoruz. Bir şiiri anlarsak, belki bu kadar hissedemeyebiliriz. İsim vermek istemiyorum ama, bu tarz yazan şairlerden çok iz buluyorum senden? Uzaktan ve yakın idollerin, takip ettiğin şairlerin kim?
-          Kapalılık ifadesini kabul edebilirim ama kısmen. Çünkü, ikinci kitap birinci kitaba nazaran daha açık bence. Bir de, bu belki seçilen kelimelerin ve kelime setlerinin oluşturduğu bir kapalılıktır. Bence anlamsal bir kapalılık yok. Oturup karşısına okunan hemen hemen her şiir, hem müziği olan hem de anlam konusunda okuyucuya bariyerler çıkartmayacak şiirler.
-          Peki şunu diyeyim.. Buna itiraz etmezsin herhalde. Bu şiirleri okuyan adamın, belli bir bilgi altyapısı olması gerekir herhalde..
-          Bence gerekir.  Belki elitizm derken, politik elitizmden çok, poetik elitizm diyebiliriz. Belirli bir görgüsü olmak mecburiyetinde. Az önce referans verdiğim Ulus Baker, Spinoza, Sami Baydar falan, belki o anlamda, referansları kendi içine açılan, birinci kitapta da vardı. Abdüllatif Şener, Hasan Cemal, Fatih camiine yaslanan tabureler, kafire karşı savaşan Müslümana Türk denmesi vs. o dizeleri hatırlar mısın? Onlar gibi; kişisel deneyimlere dayanan, kişisel imgelerin yoğun olduğu bir şiir. Onu okuyucunun bilmesini talep edemeyiz belki ama bilmediği durumda ne olur? İki şey olur. Birincisi okuyucu; “bu çok ironik” diyip çıkabilir işin içinden. Birinci kitapta karşılaştığım en temel risk şuydu. Bir çok yakın arkadaşım dahil aslında içe, kendi dairesine referans veren şiirlerdeki imge örüntüsünü anlamadıkları için buna “ironik” diyip, kestirip attılar. Ama tabi şu da var, büsbütün hak yemeyelim. Biz de biraz kendi şiirimizi böyle tanımlamıştık. Hatta Utku Özmakas da bir yazıda – ki şiirime en etraflıca değinilen bir girişim, o da kullanmıştı, “ironik-politik şiirler” tabirini. İkinci soruya gelirsek, bu şiir anlayışından mütevellit ustalarımız kimlerdir? Bir. Kesinkes İsmet Özel’dir.
-          Maalesef. 
-          Turgut Uyar’dır, İlhan Berk’tir. Seyhan Erözçelik’tir. Enis Batur’dur. Bu şairlerin birçoğu birbirine benzemez belki ama beni besler.
-          Levent Yılmaz? Üstüne defalarca yazdığın?
-          O beni besleyen bir şair değil mesela. Sevdiğim bir şair ama beni beslemiyor. Onun lirik-pastoral iklimi benim gündelik hayatımı çok besliyor. Gündelik hayatın estetizasyonu dedik ya, onda da olduğu için beğeniyorum. Bence Levent Yılmaz “Ada ile Brunik”te “Afrika”nın mirasını iyi taşıyamadı. İlk insanı anlatacağım diye giriştiği bir işte, akustikten istifade edebilir, ışıktan istifade edebilirsin. Ama o kuvvetli imkânları hep heba etmiş. Ezcümle, benim için bir besleyici değil. Ece Ayhan muhakkak sızmıştır ama gel gör ki, bir Ece Ayhan muhibi değilim.
-          Peki ya daha yeniler? Takip ettiğin genç ya da yaşıt şairlerin var mı?
-          Mehmet Can İnsperest…  Siz beğeniyor musunuz, bilmiyorum.
-          Beğeniyorum. Kitabın ismi dahi çok güzel.. Başka?
-          Kesinlikle Baran Çaçan.. Selcan Peksan, Efe Murad, Enes Kurdaş… Sayabilirim ama saymıyorum..
-          Bir klişe soru daha.. Bunu da sormayı çok seviyorum.  Şiir yazma serüvenin nasıl? Kendini kapatıyor musun yoksa Zarifoğlu gibi “ben ilhama inanmam” mı diyorsun? Ortamı kurmak, iki üç dize okumak, bize anlatır mısın?
-          İlhama inanıyorum ama ilham devam ettirmiyor şiiri. Valery gibi düşünüyorum,  ilk dize Tanrı vergisidir. Hatta ortalarda da birkaç dize daha gelecek. Sonra ise mühendisliğe inanıyorum.
-          Peki, şöyle oluyor mu? Kendi deneyimim.. Bir kelime ateşliyor, bazen sadece bir kelime..
-          Evet, evet mümkün. İlk kelime geliyor, bazen şiirin ismi oluyor. Kalanına rengini veriyor. Sonrasında harita metodçuluğa inanıyorum.
-          İsmet Özel’de çok var.. Osman Konuk anlatmıştı, hatırlarsan.
-          İlham geldi. Arka arkaya ne varsa yağdır, diz. Sonra da buna şiir de. Hayır, hiçbir şiirime öyle muamele etmemeye gayret ediyorum. Ama bazı şiirlerde ilham gerçekten arka arkaya başarılı çıktılar getirdiğinde, o şiiri dikmek daha kolay oluyor. Bir başka şey.. Üçüncü kitapta bir tarz farklılığına gideceğim. Her şiir dosyasını bitirdiğimde bir dönemi kapatmış, fişi çekmiş oluyorum. Benim için “Ormanlardaki” şiir sesi bitmiş durumda. Birkaç sene sonra aynı sese dönülebilir. Böyle bir tabum yok. Ama ardışık ve birbirine benzer bir kompozisyonun içime sinmediğini söylemeliyim. Ancak şu anda, yeni dosya kapıyı çalana kadar şiir yazmayı durdurdum.  Bunu kuluçka durumu olarak tarif edebilirim. Biraz iradi biraz gayrı iradi. Yeni şiir sesi uğramadı. Tarafıma dergilerden iki kısa vadeli şiir talebi oldu. Ancak, bu çıkmazdan dolayı talebi karşılayabilmiş değilim. Bazen bu dış faktörler iyiye yorulabilir de.. Umarım öyle olur. Not defterim yok ancak e-postalara ya da ufak tefek kağıtlara, parıltılı dizeleri kaydediyorum. Bunları akrabalık dairesi içerisinde değerlendiriyorum. Dizelere karşı çok kıyıcı değilim. Kıyıcılığım, kitaplaşma aşamasında ortaya çıkıyor. 40 şiirle girdiğim bir dosyayı 30-32 şiire düşürebiliyorum. Kitabın bir ekonomisi olması lazım. Bir mühendislik konuşturacaksak, burada konuşturabiliriz. İyi dizeye daha doğrusu iyi imgeye kıyamıyorum, istedikleri kadar çorbacı desinler.
-          Peki ritüeller? Hanım girecek mi odaya? Ya da Mercan?
-          Kahve, tütün, bir tas brendi (gülüşmeler.).. Öyle yüksek bir konsantrasyondan bahsetmiyoruz, dileyen dilediği gibi odaya girebilir.
-          Üçüncü klişe sorum.. Şair olmanın bir “karizması” vardı, bir zamanlar. Hem iktidar tarafından taltif edilirdin hem de manevi olarak yüzlerce yıl süregelen bir nam yürümesi.  Şu an öyle bir şey yok! Merak ettiğim, günlük hayatta şair olmak nasıl tezahür ediyor? Şair Ufuk Akbal, bir yerlerde maaşlı çalışan Ufuk Akbal’a yansıyor mu? Kimler biliyor seni? Özel bir gizleme taktiğin var mı?
-          Şöyle formüle edeyim. Gizlemiyorum. Herkes benim şiirle uğraşan, şiir kitabı sahibi biri olduğumu biliyor. Tabi ki, böyle olduğu için büyük övgülere mazhar olmuyorum. Kendi has dairem dahil. Büyük bir ciddiyete tabi tutulmuyorum. Diğer yandan nerede tezahür ediyor? Kendi dizelerim ya da bir başka şairin dizeleri gündelik hayatımı estetize etmeme yardımcı oluyor. Arkadaş çevremde, gündelik hayata karşı tepkilerimde şiir kendini gösteriyor. Örneğin; arkadaş çevremde tedavüle soktuğumuz yeni kelimeler..
-          Mesela yeri gelmişken, Yürekler Sergisi isimli şiirini WhatsApp grubunda birlikte yazmış gibi bile hissedebiliriz.
-          Aynen öyle. Benim için “keyif verici” bir hâl, keyif alıyorum. Bunun böyle “grand şair” gibi tezahür etmesine gerek yok. O devir artık yok. Biz İsmet Özel de, Turgut Uyar da değiliz. Hiçbir şey değiliz. Biz hem fiziksel olarak hem de bence çok büyük ve anlamlı olan online platformlarda milyonlarca dizenin tedavüle girdiği bu dönemde, şiir yazmaya çalışanlar olarak inan bana, hiçbir şey değiliz. Üstelik tüm bu kalabalığı takip etmeye ne mecalimiz ne zamanımız ne hafızamız var. Bunların arasında tek avantajımız – şunun bir prestiji var.
-          Kitabın?
-          Evet, Bana kalırsa kitap sahibi olmanın hala bir prestiji var. Seni diğerlerinin, senden çok daha iyi olanların bir ya da birkaç adım önüne çıkaran şey, her şeye rağmen bu. Tanınırlık ve bilinirlik anlamında. Ama şu da var, şiir kitabı sahibi olmak, diğer türlerde bir kitap yayımlamaktan her şekilde daha az prestijli. Yani “iyi hoş da, keşke roman yazsaymışsın” diyen çok. Dolayısıyla, kaymağını yiyeceğimiz bir şey yok. Bir de, devasa şairlerin dönemi bitti, kabul. Ama büyük bir finansal kriz, onu izleyen bir 3. Dünya Savaşı’nın ardından, yeniden, şimdi geride bıraktığımız bir takım insani değerler gündeme gelebilir ve bunların bayraktarlığını şiir yapabilir. Yani yeni bir romans, duyarlılık çağı gündeme gelirse, bunda şiirin büyük rolü olur. Çünkü insanlar daha uzun süre hemen yanı başındaki bir cinayete-tecavüze müdahale etmeyip, videosunu çekmek, denizden bebek bir yunusu alıp selfie çekip öldürmek gibi manyaklıklar daha fazla sürdürülebilir değil.
-          Umarım..
-          Elbette, başka manyaklıklar bunların yerini alabilir. Ancak, ben şiirin geleceği ile ilgili ümitvarım. Hangi enstrümanlarla, nasıl girer hayatımıza net bir şekilde tarif edemem ama.  Ayrıca, diyelim ki Türkiye için belki 15 senedir yok. Bugün 90’lar şiiri ile karşılaştırdığımızda birçok insan takdir ediyor ki, 2000’ler- 2010’lar şiiri bir imkan olarak nitelendiriliyor.
Kaynak: İzdiham.com, 14 Haziran 2018

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Beni kâle almanızın kıvancıyla doluyum.