29 Haziran 2007 Cuma

Apar(tumanla haberleş)mek..

Orhancı Erdi'ye, en has bir dostum Yiğit Sözüner'e, Bernuşko'ya..

Yeşim'le aşkımız bir düet gibiydi. Yeşim bilgi ünivesitesinde asistan mıydı neydi? ah kör hafıza. kadrini kimler bilmez? ben o zamanlar vatanperver bir laikçiydim. dövdüm yeşim'i. yeşim hem ermenici hem kürtçüydü. o zamanlar papula ekrem'le hulki cevizoğlu okurduk. yetmezse vural savaş. ama papula ekrem istanbul 1.bölge bağımsız adayı olduğunda, ona ilk desteği yeşim verdi. yeşim her anlamda verdi. yalnızlaştım. köhnedim. her gece 2 paket ballıca, 3 atımlık pipo az buz da buzbağ içiyordum. ben "cihangir'de hiç oturmayanlar derneğinin" kurucu dekanıydım. yeşim'le bozuştuk. o elif şafak'la "modern türban" üzerine tez yazmaya kalkıştı. ben de inadına, "panter emel ve mahdumları" derneğine üye oldum. ilk cumhuriyet mitinginde mikforonu elime aldım ve bağırdım: "iler tutar yanı yok bu zamanın". zülfü livaneli'nden kaset teklifi aldım. yeşim'le o günden sonra konuşmadık. papula ekrem gecesini gündüzüne kattı. bağımsız aday olduğu bölgeden meclise giremedi. yalçın küçük cihangir ve radikal 2 ve ödp ve bilgi üniversitesi camiasında hızla sivrilen ve yetmezmiş gibi, yani daha doğrusu "tüy dikercesine" zaman gazetesinde yazmaya başlayan yeşim'in "sabetayist" olduğunu iddia etti. "dur orda yalçın" dedim. durdu. "izmir'in dağlarında çiçekler açar.." şanar yurdatapan'la yaptığımız mahkemeye türbanla girme eylemi başarısızlıkla sonuçlandı. daha doğrusu şanar yırttı. çünkü ardında ne olursa olsun bir medya ordusu vardı. olan bana oldu. "ananı da al gel". yeşim'e telefon ettim. orhan pamuk'la yemek yiyormuş. kızdım. hem de çok. hür doğdum hür yaşarım-kime ne kime ne, köle miyim sana ben, sana ben sana ben.nihat genç yeşim'in de dahil olduğu "ab"ci gruba "kazmalar ve maşalar" deyuverunce, gizliden gizliye patolojik aşkımı beslediğim yeşim'e karşı başlayan saldırıları dindirmek için özel operasyonlara başladım. biz çerkezdik. dedem mit'çiydi. engürü'de nihat genç'ten dayak yedim. yetmedi çay paralarını ödedim. ama yalçın küçük'ün bilgisayarındaki word belgelerini çaldım. salt okunur olduklarından açılmadılar. beyhude bir çaba imiş.

yeşim - yeruşalem'den geliyormuş. küçük doktor haklıymış. latife tekin okuduğumuz gecelere lanet ettim. karşı balkonda yelpazelenen kızın bacaklarına baktım. yetmedi, ödp'ye üye oldum. birlikte yaşamı savundum. vakit okuduğum günlere lanet edip, üstelik tüm zarifoğlu şiirlerini yakarak, zaman gazetesi aldım. türkiye'nin en hakikatli siyaset bilimcisinin mümtaz'er türköne olduğuna kanaat getirdim. sonra yaz geldi. o yazı karpuz peynir yiyerek geçirdim. papula ekrem, nizam-ı alem ocaklarına başkan oldu. "vur de vuralım, öl de ölelim".

siirt'ten can kardeşim örtmen ahmet geldi. cem karaca dinlediğimiz geceleri pipetle içtik.
ibrahim tatlıses niye güzelim otel odalarında mangal yapar? diye düşünürüm. deleuze sevmem. deleuze ile sistem açıklamasına girişenleri hiç sevmem. murat belge'yi severim. felsefeci özgür'ü sevmem. ama arada selam veririm. çünkü aslında bütün amacım haluk bilginer'in kötü oyuncu olduğunu cümle aleme duyurmaktı. türkiye'ye süper babadan beri dizi gelmedi ay dost! papula ekrem'in evinde 3 adet el bombası yakalandı. dereyatağında bulmuş. çok kızdım papula. 
dedim insaf eyle. dedi güle güle. senden yarolmaz mene.
yeşim'le hikayatımız bu'dur.
yavru ağzı bir kıl tüy.

Apartuman Halleri

"Ben de taşlaşmış ve bende bulmuştu günü
yarabbi diye yakarışı şile bezinden
kevgire dönmüşlüğüm var bir tutam dudaklara 
sürülsün merhem niyetine"

Pipo yakıp çırılçıplak kurumayı bekledim aralıkta. Tam aralıkta. Bilgisayarı yere kurdum. Yeni boya yaptığım pantolonla oturdum yazmaya başladım. Kutsal el zenaati. Bunlar bana, yani bu olup bitenler Soner Olgun'dan türkü dinlemenin lezazetini hatırlatıyor. "ben giderim batuma, battum'un batağuna.." İnsan teri kokusunu severim. Bahçeli Kahveye gitmeyeli günler oldu. Kendimi işsizlik günlerine hazırlıyorum. Oyumu Baskın Oran'a vereceğim. Açık camdan içeri yeni dünyanın sesleri geliyor. Birkaç gün önce tepelere çıkmıştık. Buralarda da yaşayanlar varmış - sayfiye zerafeti, tepelerde yayla ziyafeti. Oralardan İstanbul yoluna bakıyorum. Dağların ardı Gemlik. Öbür taraftan Mudanya rüzgarı. Kırgınlık yok değil mi aramızda papula ekrem."pencereden içeru, al benu yatağuna.."

Kendi tenimi biliyorum çakmak taşlarıyla. Papağanlara maydonoz yedirilmez. Memurduk. Ailecek. Günde 6 kez 31 çekenlere öykünüyorum. Ulu tin!

Çatalca'da papatya toplamaya gittikti. Koz verdim onlara. Onluklara. Turgut Uyar gün boyu evden çıkmaz gazete okurmuş. İnciğini cinciğini hem de. Ölüm ilanlarına dek.

Galata'nın altında içerdim. Bir bira inanın 1.5 milyondu. Yokuşlu şehirlerde yaşamanın vebali büyük. Temukraasi uğruna - iki gözümüz iki çeşme. Açık camdan içeri dünya giriyor. Ben o zamanlar Haşim'le iyi geçinirdim. Polis gördük müydü "merhaba" derdik. Ey Haşim, sen benim içimdeki küçük burjuvaydın, ben senin yanındaki. İyi edebiyat yapıyordun. Kin tutmaz, pas tutmaz şeyler gibi, eni boyu.

Pir çiçeklerini yakama taktım. Düşmedi diyedir.
Silah çektik. Güvercinler küstü. Papula ekrem'le biz Şirazlı Sadi'yi hatmederdik.
Sokaklarımızı ayırmadık. Geceleri seni evine bıraktığım gibi, tıpkısı, ensesinden yüzüm hizasına çirkin bir öpücük için kaldırdığım kedi yavrusu gibi, papula ekrem'le karşılıklı kanepelerde uyurduk.

"Sıyrıldık hüzünden 
toplanmışlar ve bağırmışlar bir dilden;
yaşasın güvercinler".

Aksaray'dan aşşaaa indim, apartumanlara baka baka.
Ben hep apartumanlara bakarım - boşluğundan yaşama bulaşılır.
down from my dick, kasim pacha!

16 Haziran 2007 Cumartesi

Küçükömer, Soğan, Sarımsak ve Hâli Pür Melâlimiz..


Bu konuda en anlamlı yazıyı Nuray Mert  (5 Haziran 2007, Radikal ) yazdı gerçi. Ancak “mazi kalbimde yaradır”vari bu konuyu bir de ben ele almazsam rahatlayamayacağım. Çünkü nasıl bir medyalamanın içerisindeysek artık, elimiz kolumuz bağlı kalıyor, hem de nasıl bir aldatmacanın içerisindeysek, iki yakamız bir araya gelse kuramayacağımız “demokrat inşa oyunlarından” kafamızı kaldıramıyoruz. Evet, meşhur konu: İdris Küçükömer’e göre “Türkiye’de aslında sol sağdır, sağ da soldur”..Bütün mesele dönüp dolaşıp burayı tırmalıyor. Nedir? Eski CHP genel sekreteri Ertuğrul Günay AKP’ye, Merkez sağ’ın “hit” adamı İlhan Kesici ise CHP’ye geçmiş. Buraya dek rahatsızlık verici olan bir şey yok. Neden mi?

A) Otoriter ve totaliterliği tartışma konusu yapılan Kemalizm (yani Küçükömer’in de dahline koyduğu modernleşmeci-bürokratik gelenek) aslında tahtına oturduğu Osmanlı’nın tam da kurumlar anlamında, yönetim anlayışı paralelinde devamıdır. Cumhuriyet bir gecede devrimci subaylar vesilesiyle bambaşka üretim ilişkilerine, sınıfsal yapılara kavuşturulmamıştır. Dolayısıyla ufak tefek yol kazaları olsa da, aslında bir devamlılık söz konusudur.

b) İdris Küçükömer’in aslında “sağ” addettiği bürokratik-elitist gelenek (Lale Devri elitleri, Modernleşmeci Sultanlar , İttihad ve Terakki , CHP) ile “sol” addettiği (Prens Sabahattin, Hürriyet ve İtilaf, Terakkiperver, DP, AP vb.) liberal-muhafazakar gelenek aslında birbirlerine cepheden bir karşıtlık sergilemezler. Bu dış konjonktörün yarattığı bir yanılsamadır. İkinci kol tam da birinci kolun anlam dünyasından türemiştir. Yani Menderes ve Bayar’ın “CHP”den ayrılıp “DP”yi kurmaları, onların liberalizmi ile açıklanacak bir tutum değildir. Tam da bu ayrılış ya da Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ayrılıklar, fikrimi doğrular niteliktedir.

Yani aslında mesele, genelde “sol” ya da “sağ” addedilen ile, Küçükömerce sağ ya da sol addedilenlerin aslında katiyen “sol” ya da “sağ” addedilemeyecekleri meselesidir. Artı Küçükömer bir durum tespiti yapmıştır. Yani bu durumu “idealize” etme derdinde değildir. Öyle olsaydı, Murat Belge’nin dediği gibi “AP’den” siyaset yapardı.

Ayrıca Hasan Bülent Kahraman’ın dediği üzre, CHP tam da “sol” – “sağ” ayrımının dayandığı Fransız Devrimi’ne göre “sol”dadır. Çünkü geleneksel iktidarı yerinden etmiştir.
Ama mesele onun Marksist olup olmadığı ise, burası şüphesiz iri kahkahalarla karşılanabilir. Yani her “sol” demek, “Marksist” demek midir? Bu ayrıca konuşulabilir. Evet, CHP sol’dur. Ama bugün belirli bir müktesebat sonucunda varılan “evrensel bir sol” tanımına uymakta mıdır? Buraya koca bir “hayır” gönül rahatlığıyla atılabilir.

Ama sonuçta Küçükömer’in fantezisi addedilebilecek olay, bugünkü koşullarda akla gelebilecek ilk referansı teşkil ediyorsa, tekrar tekrar düşünmeliyiz. Bir: İslâmcılar gerçekten sağcılar mıdır? İslâmcılar neden ısrarla kendilerini, modern çağa ait, hatta Batı’nın sınıfsal düzleminde anlamlı bu kavramlarla, dikatomilerle açıklama derdindedirler? İki: diyelim ki bu böyledir. Ama ben sokakta kendisine sağcı diyen hiçbir adam duymadım. Yani sağcılık pek de mübah bir tanım ya da sıfat değildir. Adam yedi göbek sağcı olsun kendine sağcı demez. DP’liyim, AP’liyim” der. Ve tam da aslında bu durum CHP geleneği ile bir tezat teşkil etmediğinden ardına da ekler: “Atatürkçüyüm..”.
“İskele Sancak”ta, Kanal 7 ekranlarında, Rüstem Batum Bey “demokrasi cephesi” için AKP ile bağımsız sol arasında bir ittifak düşünülebilir diyor. Ve oradan “Genç siviller” namı ile maruf bir gruptan arkadaşımız, “evet,” diyor, “Serteller ile DP” arasında da böyle bir ittifak gerçekleşmişti.
İşte bahsettiğim şuur bulanması, Küçükömer’e aldanma hâli bu. Aynı arkadaş, Serteller’in çıkaracağı “Görüşler” dergisine, yine tek partiye karşı demokrasi cephesi oluşturmak adına (ki daha sonra DP vatan cephesi oluşturmuştu o başka) yazı verme vaadinde bulunup sonra korkan Bayar ve Menderes’i nasıl unutur? Bahanesi ise “Görüşler”in “G”si kapakta “Orak çekici” andırmaktaymış. Bildik terane gerisi. Komünizmi telin. Tan baskını. Vs. Vs.

İşte bugün Küçükömer heyulası dediğimiz durum bu’dur. Evet, Türkiye’nin sağı, modernleşme hususunda, bilhassa da kültürel değil, teknik modernleşme hususunda CHP geleneğinden daha heveslidir ve ekonomik özgürleşme meselesinde de daha isteklidir. Ancak mesele demokrasiye gelince en az CHP geleneği gibi refleksleri vardır. 1953 sonrası DP süreci gerçekten anti-demokratiktir. Ya da Milliyetçi Cephe dönemleri. ( Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz. Tesbih çeken eller, tetik çekemez.). Devam edelim, Şerif Mardin: “Türkler, Stuart Mill ya da Locke okudukları için değil, İslâm’ı rehber belledikleri için demokrattırlar” meâlinde bir şey söylemişti.  Olabilir. Ancak bu İslâm ile liberalizmi her defasında denklemek yanlışında ısrarcı olmak anlamına geliyor. Nasıl “Müslüman sol” kavramı gündeme getirildiğinde, Müslüman cepheden ya da soldan “haydaa!” nidaları yükseliyorsa, aynı tavır Liberalizm İslâm flörtüne de gösterilebilir. Mesela pek yakında Radikal’de Mustafa Akyol, “Müslümanlık solla değil, adil ve ahlâki bir kapitalizmle” uzlaşabilir diyor. Evet, tam bir Peygamberimiz de tüccardı zihniyeti.

Evet, DP ve AP, sanayileşme ve kalkınma hususlarında daha istekli olmuşlardır. CHP bu yanıyla kültürel devrimi savunmuş, halka uzak kalmıştır. Ama gerçekten çok sevdiğim Nuray Mert hanımın dediği gibi, “otoriter sol” elbet olabilir, buna karşı “liberal bir sağ” da mümkündür. Hatta sol doğal olarak otoriterdir. Maksad özgürlükçü bir sol’a kulaç atabilmektir.

Bu yanıyla Ertuğrul Günay, Mehmet Bekaroğlu, Haluk Özdalga gibi isimlerin öncülüğünü yaptığı, Türkiye’nin ana gündeminin laiklik değil, ekmek, sosyal adalet, özgürlük olduğu şiarıyla yola çıkan ve medyanın hemen “Müslüman Sol” diye damgaladığı,  Yeni Siyaset Girişimi bu yüzden öksüz kalmıştır.  Yani Yeni Siyaset Girişimi tam da mevcut sistemin hırgüründen, enerji tüketen kavgalarından (laiklik, etnik milliyetçilik vb.) arındırılmış, sosyal adalet, özgürlük ve ekmek merkezli bir siyaset önerisinde bulunduğu için “anlamlıydı” yani özgürlükçü sol’a atılan bir kulaçtı. Oysa tam da Günay ve ekibinin geçişi, sistemin partilerinden birine oldu. Bu nedenle elemine ya da asimile olma ihtimâlleri yüksek.

Nedeni gayet açık? Çünkü ilk başta serilmediğim şemaya göre, AKP'nin devamı olduğu liberal-gelenekçi cephenin yani CHP’den türeyen ona karşı biçimlenen ama onun türevi olan bir anlayışa eklemlendi Günay ve ekibi. Yani aslında diyalektik bir enerji ısrafının bir muhatabından diğerine atladı. Çünkü yine Nuray Mert’in belirttiği gibi, eğer CHP halka uzak, elitist idiyse DP geleneği de en az onun kadar patolojik, hiç de evrensel anlamda sol olmayan, popülist idi.

Yani Rüstem Batum Bey ve genç sivil dostumuz, sol’a “sosyal adaleti” baltalayan politikalar üretmekten ileri gitmeyen, küreselleşmeye kapılarını açan bir partiyle yani AKP ile flörtü salık veriyor.

Oysa “Müslüman Sol” denilerek sulandırılan anlayış, gayet temel bir şey üzerinde yükselmektedir. Ve varlık nedeni de makûldur. Türbanlı genç kızımız okuluna girsin. Asıl meselemiz ekmektir. Asıl meselemiz siyaseti devletin tahakkümcü tekelinden alıp sivilleştirmektir. İnsanlar kimlikleriyle, taviz vermeksizin bir çatı altında birleşebilirler. Önemli olan “pozitif bir vatandaşlık” ile sağlanmış sosyal refahtır.

Ama benim medyam bunu vakit geçirmeksizin sulandırır.

Yapılacak gayet basittir. Birbirlerinin özgürce yaşama hakkına saygı duyan her insan, sosyal adalet ve demokrasiyi gözeterek, “hoşgörü” gibi lütfeden bir kavramın ardına sığınmadan, saygı ile “bir uzlaşma alanı” yaratabilir.
Burada “Müslüman”, “Kemalist” ya da “sol” olunur o başka. Önemli olan belirli asgari müştereklerde uzlaşmaktır.
Ve kendi sorularıma geçiyorum. Eğer kimse kendine sağcı demiyorsa ve İslâmcılar ya da merkez sağcılar Küçükömer’in bu formülünden gayet hoşnutlarsa, “sol” olmaktan memnunlar demektir. Ama ısrarla şunu eklemektedirler: CHP solu değil ama. Peki madem bu arkadaşlar bu kadar “aslında sol” olmaya meraklıdırlar – niye Abdürrahman Çelebi bir durumda kalmakta ısrarcı olmaktadırlar.

Ve bir ikinci sorum da şu?
Madem sol aslında sağdır. Solculuğundan gayet emin olduğumuz Ertuğrul Günay niye sağ’a geçmiştir. Sağ madem aslında sol’dur. Niye İlhan Kesici sol’a geçmiştir. Madem arzu edilen ile olagelen arasında dağlar vardır, niye varolunan yer’de beklenilmez de karşıya geçilir? Sadece bu nedenle bile sol yeniden sol sağ yeniden sağ olmamakta  mıdır? En fazla karşı tarafa geçilmekte ve muhataplar orada beklenmektedir. Son kertede bu transferlerle aslında "sağcılar" yine "sağ"a ama bu kez gerçek sağ'a, "solcular" da "sol"a geçmemişler midir? O zaman ne esprisi vardır, sağın ya da sol'un.

İşte Türkiye siyasetinin indirgenmiş hikayesi bu'dur.

Bu da bize ünlü feylesof Sakallı Celâl’in “Doğu’ya giden geminin içinde Batı’ya koşan tayfalarız” vecizesini hatırlatmaktadır.

Ben buradan Türkiye üniversitelerinde siyaset bilimi dersi veren hocalarımıza bir tavsiye mektubu yazıyorum: bundan sonra Türk sağının adı "Sarımsak", Türk solununki ise "Soğan" olsun. Böylece sağımız ve solumuz üzerlerindeki evrensel olamama ya da "heveslenme" hâlinden sıyrılabilirler.

12 Haziran 2007 Salı

Ogün Ürek Varlığımıza Nasıl İlişir?

Sahi ilkin "Bilgi Felsefesi" dersinde tanışmıştık Ogün Hoca ile. Esmer, John Lennon gözlüklü, orta boylu ve her şeyden önemlisi "papyon" takan bir adam.


Muzipçe aklımıza "Nedim Saban"ı ve dolayısıyla DR.Stress'i getirmeden edemedik. Ogün Hoca bir dönemlik ders boyunca Platon, Descartes, Locke, Hume ve Kant duraklarında mola vererek "bilgi"nin filozoflar elince getirildikleri yere işaret etti. Zannımca pek de renkli olmayan dersin içeriği, Ogün Hoca'nın nevi şahsına münhasırlığıyla tatlandı. Ogün Hoca suskunluk anlarında - sessizca sağına soluna bakar, gözlerini çevirir - ya sorduğu soruya bir yanıt ya da bir an önce gelmesini istediği bir sessizliği beklerdi. O günlerde biz Ogün Hoca'yı çok sevdik.


Çok sakallı günlerimden birinde bana dönüp: "Hemingway ha!" demişliği vardır. Hemingway'i çok severim. Ogün Hoca'yı daha da bir sevdim.


Handiyse bir sene sonra bu kez "Güncel Felsefe Problemleri" için geldi dersimize Ogün Hoca.
O zamanlar Leibniz'in "Monadolojisi"ni çevirmiş, Biblos yayınlarından basmıştı.(Leibniz- Monadoloji, çev: Ogün Ürek, 2006 Biblos). Cep kitabı büyüklüğünde olan bu kitabı, dostum Başak'ın acilen aldığını gördüm (Ezgi kitabevini ve kapıdan girenlere en hödükâne bakışları fırlatan sahibi bey'i hiç sevmiyorum. Ayrıca kazıkçı bir kuruluş). Ertesi gün pür ısrarlarıma yanıt alamadım: maksad kitabı çevirmenine imzalatmaktı. Başak dostumuz reddetti.
                    *                         *                           *
"Bir bira içmeden mezun oluyorsunuz ya!" dedi Ogün Hoca, final çıkışı. "Buyrun!" dedik, "Yener'deyiz Cuma akşamı..".
-Bir uğrarım, unutmazsam.


Saat 8'e doğru geliyordu. Muzip gülümseyişi ve elinde çantasıyla kapıdan girdi. Gözlerimiz ışıdı. Geldi ortamıza oturdu. Biz erkek erkeğe ilk biralarımıza ortalıyorduk. Ogün Hoca "ben rakı alayım!" dedi. Karşısına De Sıkça Bey'i oturttuk. 1995'te Bilge Karasu vefat etti. Biz Ogün Hoca'nın onun öğrenciliğini yapmış olduğunu biliyoruz. "Evet" dedi, "o kadar sigara içerdi ki, kansere yakalanması normaldi" dedi. "100 tane Orhan Pamuk bir Bilge Karasu etmez!" dedi ardından. Saygımız ve sevgimiz arttı.
                     *                       *                            *
Kant'ta "maksim" kavramı: insanın kendini ahlâken en yüksek olarak gerçekleştirebilme potansiyelidir. Biz bunu "samimiyet" sınırlarına uyarlıyoruz. Ogün Hoca bir "maksim" insanıdır herşeyden önce. Dudak bükmeden, samimiyet ve seviye dengesini iyi sağlayarak, aramıza oturmuş ve bizi sevindirmiştir. Hepimizle ayrı ayrı ilgilenmiş,önündeki karışık ızgarası ve kadehte buğulanan rakısı ile ilişkisini "her sorumuzla" kestiğimizde aynı hoşgörü ile yine de bizi yanıtlayabilmiştir. Ogün Hoca iyi ki de bir "Aydınlanmacı"dır. İyi ki de bir nezaket ve samimiyet adamıdır. İnsana ve insanın kırıcılığına rağmen duyduğu bir güvenin izleridir bu yapıp ettikleri. "Bugünlerde edebiyat okuyorum en çok" diyor, "iki sigara içiyorsam, biri kitap okurken". Odunluk tarafında ressam eşi ile, Mudanya ve dağ rüzgarlarını aynı anda alan evlerinde.


Soruyorum: "Beşevler akşamları hüzünlü müdür?"
-Elbette.
Biz o gök kızıllıklarını iyi biliyoruz.
                  *                          *                              *
Belleğimde, "Uzun Sürmüş bir Günün Akşamı"nı okuyup, Bach dinliyor Ogün Hoca.
Çünkü o resime "kafası" ile girenlerdendir, ayakları ile değil..
Saygıyla..

11 Haziran 2007 Pazartesi

Bir Dalgınlık Anı: Ada


(Bazıları resime ayakları ile girer, bazıları kafalarıyla)..

Ada aslında bir günün hikayesidir: dönülemeyen ya da hep aynı yere dönülen bir hikaye. Camları döven, eski ahşap evin tahtalarını inleten yağmur ve rüzgar ortaklığı. Evet, bir günün hikayesidir Ada'da olup biten.

1988'in 35 mm'lik "Ada"sı çekilirken kaybediyor sinema dünyası yönetmen Süreyya Duru'yu. Ada bu nedenle de bir dalgınlık anı olmayı hak ediyor. Dalgınlık anı diyorum: küçümsüyor olabilirsiniz. Oysa bilincin tetikte tutulmasının dikte edildiği modern hayatta ne değerli şey olduğu gözden kaçırılıyor dalgınlığın? Hinlikler bizi dalgın olmaktan alıkoyuyor. Oysa dalgınlık en çok da bir lezzettir. Ve en çok da o hâlden başımızı kaldırdığımızda anlarız bu lezzeti?

Esrimenin binbir türevinden biri. Yeri gelir bir melankoli olur. Ve hisli mensubu Necatigil'e bağlar bizi: "hüznü bırakacağım yaş bir türlü gelmiyor..". Biz dalgınlığın melankolik olanında kendimizi buluruz.
Yağmur camları tırmalar. Ve bağırır: "çıkın o evlerden..geliyor fırtınalar..kahvelerin camlarına burnunu dayar çocuklar..ve yüzdürülür kağıt gemiler. Koş oraya..koş ufak Rum çocukları birbirlerini yiyorlar.."

Eser bütün planlılığıyla, bütün ürkekliğiyle ziyaret eder o gün adayı. Bir reklam ajansında çalışır. Bunun yanında kızına daha iyi bir hayat verebilmek için çeviri işleri de yapar. Erkenden beğenilen bir ressamla evlenir. Ressamımız (Rutkay Aziz), "Ece" sohbetlerinden "Papirüs" sohbetlerinden baygınlık gelmiş, kendisine yönelen ilgiyi reddeden, gerekirse kendi sergisinin açılışında sergiyi terk eden ve Eser'i oracıkta yüzüstü bırakan ve en büyük bıkkınlık emaresini de "Burgazada"ya yerleşerek gösteren biridir.

Eser, eski kocasıyla 10 yıl sonra buluşur. Bu bir hesaplaşmadır. Eser babasına özenen, annesinin planlılığından sıkılan ve yaşamı babası gibi görmek isteyen kızının (Nilüfer Açıkalın) geleceğini konuşmak için Ada'ya gider. Kızı babasının yanına her geldiğinde "orada olmama" fikrini edinerek, kılcallarına dek hissederek döner. İstanbul'un batısındaki apartman dairelerinde bir odaya kapanır ve avaz avaz opera dinler. Oysa ressamımız kızının aksine bir bezginliğin olgunluğunu yaşamaktadır..Bu ilişkinin yürümemesinde annesini sorumlu tutar kız..babasına yaklaşır..Oysa Eser delice sevdiği bu adamla evlenmememesi için az mı tavsiye almıştır ailesinden?
 
Eni konu bir ressamdır..Bugün bütün haşmetiyle var olup yarın köhnemeye bırakılan bir ressam..
Oysa Rutkay Aziz tam da bu durumu kendisi seçer..Camlarını yağmurun ve fırtınanın dövdüğü adada yıkık dökük bir köşke yerleşmeyi kendi yeğler..(Bugün Burgazada'nın tepeleri keldir. Vapurun üstünden bezginlikle izleriz bu acı manzarayı).

Quinn'in "Zorba"sında, Yunan kadının dionizyak yaşamına sirayet etmeye çalışan Locke'çu İngiliz centilmeni..bu roller Ada'da değişir. Eser yılmıştır. Her iletişim isteğinde geri çevrilmiştir kendince. Oysa ressamımız tam da "orada olmayı istememe"yi temsil etmektedir. Onların içinde olmayı istememek..Bu yüzden kendini Ada'da resim dersi vermeye..ahâlinin "deli derviş"i olmaya..bir köşk eskisinin çatı katına sığınıp delice resim yapmaya..uzun yürüyüşlere..balığa çıkmalara adar..Bu yanıyla film dışa değil, ısrarla içe doğru hareket eder. Dikey olan mukadderdir.

Ve ressam ısrarla, delice bir ısrarla Eser'in resimlerini yapar..

O gün (film bir günü anlatır) fırtınadan ötürü sefer yapılamaz..artık şehre dönülemeyecektir..(Şöyle bir duraksayarak düşünüyorum da, bütün bir Sait Faik kahramanlarının büyük bölümü hep aksine "şehirden dönemeyenlerdir"..macera oradadır..Eser, sahildeki Sait Faik büstünü gösterir ve "güzelim adamı nasıl çirkin yapmışlar?" der).. Ve bu dönülemeyen bir gün bir iletişimsizliğin hesaplaşmasına dönüşür. O gün tutulan balıklar kızartılır..ufak kadehlerde beyaz şaraplar, istavritlere(evet bunu bile hatırlıyorum) arkadaşlık eder..Eser bütün planlılığının nasıl acizliğe tekabül ettiğini görür..Ressamın her hareketindeki hesapsızlık..boşvermişlik..ve bütün bu acemice farz edilen duyguların aslında tekabül ettiği büyük dervişane olgunluk, Eser'i köşeye sıkıştırır. Sadece o değil, ten de sıkıştırır köşeye Eser'i. Son kertede sevdiği adamdır ressam. Her yeri seneler içinde Eser'in resimleriyle donatmıştır.

Çıkarsızca sığındığı bu adada, hep onla olmuştur. Oysa Eser ne denli sıkmıştır kendini. Nasıl da boşvermişlikle suçlamıştır ressamımızı? Tenle tinin bileşimidir. Yasaktır üstelik. Eser'in yasakları. (Sadece mecazi değil - Türkan Şoray kuralları bu filmde yıkılmıştır. Bu filmde ten sahneleri vardır. Oysa o güne dek bendeniz de sahil Türkan Şoray demek: "iri kirpikler..büyük gözler..elma yanaklar" demektir..bu da kuşkusuz baya baya ten'dir..Ancak filmde hırpani Eser sevişme sahnelerinin aksine alımlı değildir..Bütün güzellikte buradadır zaten. Bütün iç gıcıklayıcılık). Filmin genelinde olup biten de bu iddiasızlıktır. Bugün nereye bakarsanız bakın bu film hakkında çok az bilgi vardır. Suskunlukla eşitlenir bu film. Faytonlar göğün altında uzanmış her şeyin sesi olurlar.. En sinir bozucu gecelerde, sesler derindeyken-sokaklar tek tük adımların kaderine terk edilmişken geç saatlerde oksijen tüpümüz TRT 2'de karşımıza her an çıkabilir "Ada"..

Böylece 20 sene öncesinin mesajı gelir 20 sene sonranın melankolisini bulur. Gözler sehpalarda tüten sigaralara kilitlenir. Yaşanacaklara dair umudun yerini yaşanmışlığın kekremsi olmamışlığı alır..Eski tenler..eski evler, gölgeler, yüzler bizi çağırır. Denizin ortasında emanet gibi duran İstanbul'un ve
Türkiye'nin en acı sayfalarının yazıldığı adalar yine bu yaz bizi çağırır. Ama özellikle Burgaz, "bana sonbaharda gelin!" der. Vapurlardan kel tepelerine üzülerek baktığımız ada, koynunu yine açar bize. Çirkin Sait Faik büstü..Eser'in ve ressamın adımları. Belki o harap köşk.

Bu nedenle, tam da bu nedenle "Ada": "kiraz ağacının gölgesinde içilen sek rakıdır"..Ve bütün işaretler Metin Erksan'ın "Sevmek Zamanı"nı bize gösterir..

Ne dersiniz gelecek sene Burgazada'da dostlarla, "Ada" filminin 20.senesini kutlasak mı?

9 Haziran 2007 Cumartesi

Faşizm Varlığımıza Nasıl İlişir?

Derin kalabalıkları kavramak, onların içinde olmakla mı mümkündür? Yoksa tamamen dışta ve fermada yatarak, onlara kerterizler belleyip saldırarak mı? Kendimize bunları soralım.Böylece Afyon muhakememizi tamamlarız.

Akşam yola çıktık. Öncelikle parasızlık sorunumuza derman olan ve 13.Sosyoloji Öğrencileri Kongresi için Afyon'a gitmemizi sağlayan dostum Üstün, Sosyoloji Topluluğu başkanı Elif Sarıkaya ve 2.sınıflardan ancak bir zaman sonra tanıyabildiğimiz Serhat kardeşimize çok teşekkürler.

Kadim dostum Erhan'la hep kiniğizdir. Drahşan çehreli olmadığımız zaten mâlum. Kalabalıklara karşı bilhassa. Stratejist, pür intikamcı, cevval ve yırtıcıyızdır.
Yine öyle oldu.

Afyon'u bulana dek otobüste konuştuk. Necedir kendimize dert ettiğimiz İslam, Kemalizm, Laiklik, Demokrasi konularında ballı börek bir sohbet eyledik.
Bizi Afyon girişinden alan, evinde misafir ve kongre boyunca da bize eşlik eden Duygu Eğe dostumuzu da teşekkürü borç biliyorum.

Şimdi de eleştirilere geçiyorum. Faşizm bir ideoloji değil kötülüktür. Kongre boyunca en çok da "konuşma ve fikir beyan etme" hakkını budamak isteyen gruplar yeterince usandırıcıydı.
İlk gün az az kendini hissettiren gerginlik. İkinci gün kendini Hrant Dink, milliyetçilik vb. sunumlarda somutlaştırdı. Sürekli bir terörizasyon beslendi durdu.

Evet kardeşlerim? Biz şapkamızı önümüze alıp Orta Anadolu'da öğrenci olmak nedir onu düşünelim? Kampüsünde elele tutuşmuş aşıkların olmadığı, kantininde masaların birleştirilmediği, zaten Allah'ın bir coğrafya ihsan etmediği bu kasabalar (!) bu bozkırlar neden insani olarak de kuraktırlar? Derin kadrolaşmalar, bilmem ne yurdunun bilmem kaçıncı katın bilmem ne tuvaletinin reisi olmadan bazı bölümlerin asistanı olamayacak olmalar, gevrek gevrek Deleuze ve Guattari'de eleştirinin pozitif imkanlılığı üzerine laflar buyurup köşe başında ülkücülerle al gülüm ver gülüm etmeler..bunları hangi modernleşme hangi YÖK hangi kalkınma anlatır bize.

İki gün önce Muradiye'de basık bir kahvede aklınca Radikal ve Cumhuriyet okuduğumuzu görüp bize laf sokan Nurhan Bey kılıklı adam gibi: "ben oyumu Yazıcıoğlu'na vereceğim" mi diyelim? Bence o'na ver anam diyelim..

Embesilliğin en yaldızsız hâlleri Türkiye'de ideoloji diye yedirilebilir!

Sanayi sitesinden 3.000 kişi Kocatepe kampüsünün önüne yığılacak mıydı cidden?
İnsanlar nasıl şehirlerine döndüler. Ve daha da kötüsü nasıl şehirde kalanlar o insanlarla yaşıyorlar.

Aslında kinizm ve yalancı entelektüalizme yergi ile başlayacağım bu yazı: ikinci ve üçüncü günkü saldırılarla kanalizasyon değiştirdi ve bağırsaklarımıza doğru aktı.

Uzun uzun düşünelim, bu coğrafyanın nerelerinde nefes alınabilir?

Hele ki bilumum Kürtlerin ve Türklerin ve Farsların ve başka mültecilerin teveccüh ettiği İsveç, dünyanın en büyük silah satıcısı iken?

Öküzün A'sı, İlahiyatın A'sı, Sosyolojinin A'sı

Eski İslâmcı yeni Nişantaşlı Ahmet Hakan Bey, Bursa İlahiyat'tan terktir. Bir düşünün aynı sokakları arşınlamışız, aynı kahvelere girmişiz, aynı mekanlara meftun olmuşuzdur. Bu akşam Setbaşı'nda yürürken bunu düşündüm. Gün ağmıştı. Ahmet Hakan Bursa günlerinde hoppa imiş. Zibidi imiş. Züppe imiş. Evet okur yazarmış. Ama okuduğu bölümün derslerine devamlılıkta bulunmaz: bir hayli "ben bilirimciymiş"..

Vakit okumaktan keyif alıyorum.
Zaman ya da Yeni Şafak'tan daha çok sevdiğimi ekleyeyim. Laiklik Türkiye için lüks bir ideolojidir. Bazen bunu düşünürüm. Üstelik Türkiye 1937'den beri laik bir ülke. Yanılgı içinde olanlara hatırlatılır. Hasan Karakaya Ahmet Hakan'a geçiriyor. Ülkersiz çay, Ahmet Hakan'sız haber saati olmazmış bir zamanlar. Şimdi ise mûrted. Nişantaşlı. Soy evladım soyunuk karı koy diyenlerin kapı bekçisi. Ahmet Hakan'ı okurken sinik bir zevk duymuyor değilim. İslamcılar ona "deşifratör" diyor. Bu kavram hem haklı hem haksız. Bir deşifre edilmesi gereken eğer "biz bizi bilirizcilikse" buyursun etsin ama eğer bir müktesebatın mahremi ise bu ayıptır.

Dönmenin estetiğine inanırım. Neden İsmet Özel solda (Sivas yorumu dışında) hâlâ dahi ilgiyle izlenen bir isim ve bilhassa iyi bir şairdir de, Hadi Uluengin en paçavra en çapaçul  sıfatlara layık görülür? Mehmet Y. Yılmaz, Castro'nun bir fotosunda "Adidas" logolu bir tişört giydiğini söylüyor. Bu kapitalizmin zaferiymiş. Sıçtı Memed bez getir. Aman aman ne zeka. Ama yine de buraya dek sorun yok. Asıl ufuk açıcı (!) yorum bundan sonra başlıyor: "Yaşasaydı Che Guevera da Nike giyer miymiş?". İşte tahriğin, paçavralığın daniskası bu.

Hadi bir durum tespiti yapıyorsun aklınca. Bari tahrik vazifeni en züppe hâlinle ifa etme.
İşte dönmek denilen bir eylem varsa bunun en pervasız versiyonu kuşkusuz bu'dur.

Neden Mehmet Barlas, Cengiz Çandar, Taha Akyol, Gülay Göktürk, Ahmet Hakan bu ülkenin en çok  "testissel" algılamalarına maruz kalan insanlarıdır? Çünkü onlar dönüşlerini estetize edememişlerdir. Küresel aktörlerlerle enseye tokat olmak, uzun ve keyifli seyahatler yapmak, başbakanlarla şahsi telefonlaşmalar, Boğaz'da pahalı şaraplar mıdır bütün bu dönüşsel sakatlığın bedeli? Bunlar mıdır bu insanları 1 Mart tezkeresinin geçmemesine küfre sürükleyen? Bunlar mıdır bu insanların en pervasız AB'ci ABD'ci taleplerini sıralamalarına neden olan şeyler?

Ertuğrul Özkök'ü hiç saymıyorum. O bu prototipin dik âlâsıdır. Bu yollar onda sorulur?

Skinner'ın güvercinleri zamanla yemi elde etme pratiğini daimi kılıp hareketlerini rasyonelleştirirler. İşte Weber'in yaptığı "amaçlı eylem" tanımı bu'dur. Bazen kendime sorarım. Bütün bu adamlar "kötü insanlar mıdır?" yoksa kendilerince içinde bulundukları 12 Eylül sonrası Gregor Samsalıklarını zamanla meşrulaştırmışlar mıdır?

İkincisinin olma ihtimali beni daha çok korkutuyor, doğrusu.

Dönelim Ahmet Hakan'a. O Bursa ilahiyatın da "çay saatidir". Ve hepimize örnek olması gereken gerçek bir tiptir. İslami kesimin en favori isimlerinden biriyken modacılarla flörtlerle ismi anılan Ahmet Hakan Bey, gündelik yaşamda karşımıza çıkan öyle vaki bir tipin temsilcisidir ki.

Bu tip: derslere gelmez, envai çeşit hastalık ve uyku numaralarıyla başkasına imza attırır. Stratejilerin envaisi ile dersi geçer. Ve yüzü asla kızarmaz. Çünkü o yüzünü asla kızartmamayı öğrenmiştir. Bu tip emme basma tulumba gibi Kemalizm ile sol'u o nevrotik zihninde denkler. Bu tipin ağzında sadece "satılık" lafı vardır. Bu tip "Batı müziği dinlesek daha demokratik oluruz" der.

Oysa bilmez en Kemalist figür "Haluk Bilginer"dir.
Oysa bilmez geliri eksik beyan etmenin faziletlerini?

Nihat Genç'in deyimiyle "zengin sofralarının zangoçu" Çetin Altan nasıl Koç'ların, Özalların sofrasına oturmuşsa, o kişiler aynı Altan'ın artık bayan "enseyi karartmayın" tavsiyesini "yüzünüzü kızartmayın" şeklinde okumuşlardır.

Yüzünüzü kızartmayın çağrısı "birleşin" çağrısı ile kardeş olur. Birleşin demek, irtica gelmesin de "hırsız" gelsin, basiretsiz gelsin demektir. Televole, batık bankalar, Susurluk merkez sağdır. Birleşin merkez sağ.

Hizipçilik, Sivas'ta basiretsizlik, didişme merkez sol'dur. Birleşin merkez sol.

Bekir Coşkun, Ertuğrul Günay'a "dönek" diyor. Ah Bekir'im ah! Bu şiir de Bekir Coşkun'a benden- Seyhan Erözçelik'in dizeleri:
"Türklerin bir kısmı ve bazı vakıflar,
bir gün mutlaka
yumurtalıklarından iltaaplanır"..

Çünkü bu ülkede çocuk pornosu bile savunulabilir. Çünkü bu ülkede soyut bir "vatanı satıyorlar" serzenişi ile halkın sakat da olsa iradesi ile iktidara gelmiş bir iktidar sadece "yaşam tarzına müdahele" edilebileceği çekincesi ile darbe ile devrilmek istenebilir.
27 Mayıs'a devrim demek, insanlık suçudur.

Ve genizden Nazım şiirlerini en yalancı hâlleriyle okuyanlar, iktidara AKP gelmesin diye, ordu müdahale etsin, oylar CHP'ye!" diyebilir. Aynı tipler dünya tiyatrolar gününde "AKP sanatımızı, kültür merkezlerimizi elimizden aldı" diye yalancı yakarışlarda bulunabilirler.
Ve bu tiplerin arasında oyunculuk yeteneği "Hallederiz Kadir"i canlandırmaya yetecek kadar garabet insanlar da olabilir!

Bu tipleri dünyanın en şişirme tipleri paklasın elbet: Mustafa Sarıgül, Yılmaz Büyükerşen, Murat Karayalçın gibi isimler başlarından eksik olmasın. Modernleşme kadar başımıza taş düşse!!!
Bakın bunu da Nâzım yazmış:
"Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların
                   zaruri neticesi bu
                   deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla
                        eğilirim.
Ama bu yürek..
              O, bu dilden anlamaz pek"..

Öküzün A'sı vardır da, İlahiyat'ın A'sı yok mudur? İlahiyat'ın A'sı var da, Sosyoloji eksik mi kalsın?